Sayfalar

23 Kasım 2012 Cuma

The Hunger: Bir avuç kan, sonsuz yaşam (1983)



22 Ağustos 2012 sabahı İngiliz bir yönetmenin ölüm haberini internet gazetesinden okuyorum, inanılmaz şaşırmıştım. Ölüm beklenmedik bir zamanda gelir çoğu kez tamam da, bu yönetmen bir köprüden kendini atıyor ve yaşamına kendi elleriyle son veriyor. Çok üzücüydü. Yönetmen çok tanıdık bir filmle Amerika ve tüm dünyada nam salmıştı. Tamam, en sevdiğim yönetmenler arasında yer almıyordu. İşin ilginç kısmı en sevdiğim ve beni çok etkileyen bir filmin yönetmeni olması. Tony Scott’tan bahsediyorum. Sevdiğim filmi ise ‘’True Romance’’ tabi ki. Aşk filmleri yazımda biraz bahsetmiştim bu filmden.
Bu kez bambaşka bir filminden bahsedeceğim -yeni ölmüş bir yönetmenin filminden bahsedecek olmak biraz içimi burktu-  filmin adı ‘’The Hunger’’  bu filmi izledikten sonra Scott’ın gerçekten bir türün peşinden koşmadığını, dağınık ve içinden geldiği gibi takıldığını fark ettim. Top Gun, Spy Game, True Romance… hepsi birbirinden farklı, aynı zamanda kendi çaplarında başarılı filmler. Kafası karışık başarılı yönetmen demek doğru olurmuş ki artık yok zaten.
The Hunger,  1983 yapımı bir vampir filmi; konusu aynı isimde bir kitaptan alınmış. Başrollerde Catherine Deneuve, David Bowie ve Susan Sarandon’ı görüyoruz.
Film alışık olduğumuz vampir filmlerinden biraz farklı. Mesela Orta Çağ’ın kasvetli ortamı, gotik binalar, dantelli ağır elbiseler, mermer suratlı vampirler, uzun sivri dişler, veba ve yangınlar yok. Ortak noktalar, sonsuz yaşam ve kan; filmin belkemiği ise sonsuz yaşamın getirdiği açlık ve aşk.
Modern zamanın gotik prensesini Mriam adıyla Catherine Deneuve canlandırıyor. Mriam kana tutkun ve sonsuz ömürle lanetlenmiş aşklar biriktiriyor. Kanının nüfuz ettiği bedenler bir daha eski haline gelmiyor.  Vampirimizin sevgilisi John olarak David Bowie’yi görüyor ve çok seviniyoruz.  Hatta sonsuza kadar yaşamasına içten içe sevinebiliriz de tabi bir yere kadar. Diğer sevgilisi ise Susan Saradon, Miriam’ın muhteşemliği karşısında kayıtsız kalamıyor ve acımasız vampirin sonuncu aşkı oluveriyor.



Filmin beni en etkileyen kısmı giriş sahnesi diyebilirim. Bir gece kulübü; içeride havalı tipler var, sahnede Post-Punk grup Bauhaus bangır bangır ‘Bela Lugosi’s Dead’ çalıyor. Sonra gözümüz iki çifte odaklanıyor, müzik yükselirken onlar da eşleriyle sevişmektedirler, ta ki ankh (ucu bıçak şeklinde) kolyeleriyle eşlerinin boğazlarını kesip kanlarını içmeleriyle sahne sonlanıyor. Bu giriş sahnenin sonlanışına kadar çok yüksek bir tempo var. İleriki sahnelerde senaryonun akışına göre tempo yavaşlıyor.
Giriş sahnesindeki kan emici bu iki aç aşık Miriam Blaylock ve John; bu iki vampir Manhattan’da yaşamakta, aynı zamanda klasik müzik dersleri vermektedirler. Mriam eski mısırdan gelme bir vampir, aşkı John’a  sonsuz yaşamı çok önceden vaad etmiş ve her defasında hatırlatıyor: “forever and ever.”  Şehvet, tutku, kan, müzik derken John hesapta olmayan bir şey fark ediyor: John yaşlanıyor, hem de çok hızlı bir şekilde. Miriam ‘Sonsuza dek yaşayacaksın aşkım.’’ derken bir şeyleri atlıyormuş. Evet, sonsuz yaşamı veriyor fakat sonsuza kadar gençliği veremiyordu ne yazık ki.
Modern zamanlara kadar yaşamayı başarmış vampir Miriam, büyük bir aşk koleksiyonuna sahip. Aşkları çok yaşlı ve hepsi de aç. Onlarca tabutta farklı bir aşkı yatıyor ve hepsi de hala yaşıyor. John çok hızlı bir şekilde yaşlanınca onu da diğerlerinin yanına götürüp tabutuna yatırır, çünkü John artık çekici değildir ve artık asla sevişemeyeceklerdir.
Aşk olmadan asla yaşayamayan Miriam yeni bir aşk bulmakta fazla gecikmez. Bu kez aşkı yaşlılık hekimi olan bir kadın olan Sarah Roberts’tır.  Film birden lezbiyen vampir filmine dönüşür. Tabi film sona doğru daha farklı bir şekil alır.
Miriam, Sarah’yı  baştan çıkarmıştır fakat bu uzun sürmez. Sarah Mriam’dan daha güçlüdür bu durum duygularını kontrol etmesini sağlar ve Miriam’ı kötü bir son bekliyordur.

Ben filmi Post-Punk bir grubun kaydettiği albüme benzettim, görüntüler de albüm şarkıları için çekilmiş bir video gibi, çok güzel gerçekten, DVD’yi takın fonda kendi kendine dönsün.
Filmin müzikleri arasında “Le Gibet” Maurice RAVEL,  girişte parçalayan “Bela Lugosi Is Dead” Bauhaus, Franz Schubert klasik müzik dersi verdiklerinde çaldıkları parça ve “Funtime” Iggy Pop var.
Tony Scott’a bu iyi işi için bile “huzurla yat” diyebilirim.

http://www.imdb.com/title/tt0085701/