Sayfalar

30 Aralık 2011 Cuma

The Tenant (1976)



 The Tenant Roman Polanski yönetmenliğindeki apartman üçlemelerinden bir tanesidir ki benim en sevdiğim filmlerin başında gelir. Üçlemede baş karakterin ortak noktası apartman ve apartman sakinleri olmasıyla birlikte ayrıca yaşadıkları sosyal izolasyon ve paranoyalardır.
The Tenant gerilim filmi aynı zamanda da bir çok sahnesiyle korku filmi olma özelliği de taşır. Filmin seneryosu Roland Topor’un “Le Locataire Chimerique’’ adlı kitabından alınmıştır.
----Spoiler----
Baş roldeki Trelkovsky karakterini Roman Polanski canlandırmıştır. Trelkovsky Polonya’da doğmuş bir Fransız vatandaşıdır. Oldukça çekingen bir yapısı vardır, giyimi çok sıradan ve eski tarzdadır, Paris’te eski ve tuvaleti olmayan bir daireye taşınır fakat kendisinden bir önceki kiracı  kadın Simon camdan atlayarak intihar etmiştir ve hastanede neredeyse mumyalanmış biçimde yatmaktadır, bu durumu hastanede eski kiracıyı ziyarete gittiğinde görür. O sırada Stella adındaki afetle tanışır (güzel kadın:bir tür Roman Polanski olayı) Simon karşısında Trelkovsky’i gördüğünde büyük bir çığlık atar ve adam için ilk gergin olay başlamış olur. Taşındığı apartmandaki tiplerle karşılaştığında devam eden bir gerginliğe dönüşür bu. Ses yapmamalı, bitki gibi yaşamalı! Komşuları onu sürekli uyarır. Bir önceki kiracı genç kadını apartman sakinleri intihara sürüklemiştir, kim bilir kadına ne eziyetler etmişler ki bu duruma düşmüş, ses yapmamalı, onlarla uyumlu yaşamalı yoksa aynı şeyi kendisine de yaptırmak için çabalayabilirler. Artık hep bu düşüncelerle yaşar. Apartmanın etrafı farklı binalar ve yaşamlarla doludur. Dışarı baktığında karşı pencerede (tuvalette) dikilmiş duran ve hiç gözünü ayırmadan ona bakan insanlar görür, bu süreklidir ve büyük bir gerginlik durumu yaşatır. Daha sonra dairenin duvarında bir delik bulur, pamukla kapatılmış bir delik ,içine bir tane insan dişi sıkıştırılmıştır.Artık aklı oldukça karışmıştır. Başlarda zararsızdır ama zamanla bir çok sıra dışı olayla karşılaşır. Komşularının onu öldüreceğini düşünür ve iyice aklını kaybetmeye başlar ve kendi karakterinden uzaklaşır artık başka bir kimliğe bürünür, kadındır. Film gitgide fantastik bir hal almaya başlar. En etkilendiğim sahne ise artık baskılara dayanamayıp camdan atlayarak intihar etmesi ölmediği için daireye tekrar çıkıp kendini tekrar atmasıdır. Daha sonra başladığı sahneye geri döner ve yine Simon görürürz çığlık atar, tek dişi yoktur.
----spoiler son-----
Flmi izlemeyen biri için uyarı , izleyip bitirdikten sonra bir çok film sıkıcı gelebilir ya da sıkılıp yarıda kapatabilirsiniz çünkü film boyunca Trelkovsky olacaksınız.
                                          Trailer;

                                          Filmden bazı fotoğraflar;
Bir önceki kiracının intihar için atladığı yer

İntihar eden Simon
Trelkovsky'nin karşı binadan gördüğü tiplerden biri.
bazı komşular

Stella ile
sakinleştirici
Trelkovsky, Simon oldu
Apartman sakinleri intiharı beklerken
başlıyor
ölmedi
tekrar!!


filmde olmayan ama manalı bir görüntü (çekim esnasında)


26 Aralık 2011 Pazartesi

Hayat Var: My Only Sunshine (2008)



Hayat Var,  yönetmeliğini ve seneryo yazarlığını Reha Erdem’in yaptığı Türk drama filmidir.
Baş rolleri Elit işcan (Hayat), Erdal Beşikçioğlu(Baba) ve Levend Yılmaz (Dede) paylaşıyor. Film bir çok festivale katılmıştır , aldığı ödüller ise; 45. Altın Portakal Film Festivali SİYAD özel ödülü, 59. Berlin Uluslararası Film Festivali Tagesspiegel Gazetesi Okurları Ödülü, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali Uluslararası  Film Eleştirmenleri Derneği Ödülü, 2010 SİYAD Ödülleri (En iyi film, yönetmen, görüntü yönetmeni ve kurgu dallarında 4 ödül), 3. Yeşilçam Ödülleri (En iyi yönetmen ve genç yetenek).
Reha Erdem bu filminde daha akıcı bir anlatım seçmiştir ama muhteşem kamera açılarını, görsel estetiği yine çekinmeden bu filminde de bolca kullanmıştır. Özellikle ilk filmi A ay’dan sonra bu film izleyenleri huzura erdirmiş olmalıdır gerçi Korkuyorum Anne de akıcı bir filmdi fakat Hayat Var’da sanki günlük hayatta sürekli şahit olunan veya bilinip de önemsenmeyen bir konu anlatılıyor ve izleyiciye yaşatılmak istenen duygular direkt gösterilen dramatik sahnelerle konuya dahil olmaları sağlanıyor.
Filmde Hayat 14 yaşında bir küçük kız, babası ve hasta dedesiyle birlikte yaşıyor . Annesi ile babası ayrı ve annesi tekrar evlenmiş. Yaşından daha olgun pek çocukluğunu yaşayamamış gibi , okula gidip gelen aynı zamanda evde yemek yapmak zorunda olan bir çocuk ve bocalamış durumda. Film boyunca öten bir oyuncağı var, Johnny Cash’in hani o çok sevdiğimiz ‘’My Only Sunshine’ını çalan bir oyuncak ama küçük bir kız çocuğunun cırlak sesinden, durumun vahimliğini anlatır gibi. Baba balıkçılık yapıyor ve arada başka olaylarada karışyor. Dede yatalak çok söylenen biri harbi bunak gibi davranıyor. Evleri çok şahane bir yede ama!! , Boğaz sularına kurulmuş tahta bir ev, ulaşımı tekneyle sağlıyorlar. Huzur var mı? orası tartışılır. Kısacası Hayat denen kızın değil de aslında hayatta olup da buralarda yaşamanın karanlığını, zorluğunu, adaletsizliğini ve ne denli mücadele gerektirdiğini anlatır gibi. Filmde Orhan Gencebay şarkıları kullanılmış ve tabiri caizse cuk oturmuş. Reha Erdem Türk sineması için çok önemli bir usta. Eleştirilerini birer sanat eseri kıvamında filmlere dönüştürerek bizlere ve ulaşabildiği kadar insana gösteriyor, hatırlatıyor veya böyle bir şey de varmış dedirtiyor.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Hilary and Jackie (1998)



Hilary and Jackie, 1998 yılında Anand Tucker tarafından yönetilmiştir.  Seneryo ise Hilary du Pre tarafından yazılan kitaptan alınmadır, ünlü çellocu müzisyen kız kardeşi Jacqueline du Pre ve kendi arasında geçen gerçek hikayedir. Film Türkiye’de  ‘Paylaşılmayan Tutkular’ ismiyle vizyona girmiştir.
Çok küçük yaşta müzisyenliğe başlayan ,birbirlerini çok seven,İngiliz, iki kız kardeş ve muhtemel kıskançlıktır asıl olay, her ikisi de iyi birer müzisyen olacaktı ama en iyi hangisi olacak önemli olan budur işte. Hilary flüt, Jackie ise çello enstürümanlarında uzmanlaşmak ister fakat Hilary,  Jackie’ye göre daha yetenekli ve daha mütevazidir. Bu yeteneği fark eden Jakie ablasını geçmek, daha büyük ilgi kazanmak için elinden geleni yapar. O kadar fazla çalışır ve çabalar ki kardeşini çok geride bırakır ve dünyaca ünlü bir çello virtüözü olur. Hilary müzikten zamanla uzaklaşır, evlenir ve çocuk sahibi olur. Artık mutlu evliliğinin hazzındadır ve ailesine odaklanmıştır. Jakie de piyanist Daniel Barenboim ile evlenmiştir ama kariyeri için savaşır, aslında en çok istediği şeye kavuşmuştur, artık dünyaca ünlüdür ve çok başarılıdır fakat amansız bir hastalığa yakalanır hastalığının adı iste doku sertleşmesi. Bu durum psikolojisinin iyice bozulmasına sebep olur ve kardeşini  kıskanması artık hastalık boyutunu alır ki akıl almaz teklifini duyunca tüyleriniz ürperecek. Hastalık zamanla tüm vücudunu kaplar ve büyük acılar çeker , Jakie 1987 yılında 42 yaşındayken hayatına veda eder.
Jakie karakterini ‘’Breaking the Waves’ten tanıdığımız Emily Watson , Hilary’i ise Rachel Griffiths canlandırıyor. Oyunculuklar muhteşem ve seneryo oldukça sarsıcı.
Filmin trailerı yerine filmi izledikten sonra çok etkilendiğim , Jacqueline du Pre performanslı Sir Edward Elgar eseri videosu ekliyorum.


16 Aralık 2011 Cuma

The Holy Mountain (1973)



The Holy Mountain’in  yönetmeni, seneryo yazarı ve baş rol oyncusu Alejandro Jodorowski’dir ve Sürreal bir film olma özelliğini taşır. Filmin bütçesi 1.500.000 USD’dir ve o zamanların en yüksek bütçeli Meksika filmidir ama film tamamlandıktan sonra bu bütçenin yarısı kadar harcandığı söylenir.
Sıradan bir giriş yaptım ama bu film hafife alınacak bir film değil, sıra dışı ve çok cesur bir film hatta yetişkin filmi diyebilirim, olgunlaşmamış biri izlediğinde hard disk yanar sonra toparlamak epey zaman alır. Film sürreal olmakla birlikte alışa gelmiş rahatsız edicilkte değil aksine izlerken gülünebilecek sahneler bile var. Bu ‘’ohhh çayımı çorbamı alayım da keyifle izleyeyim’’ anlamına gelmez bence bu gibi filmlerle pek de bir şey yenmemeli karşıyım saygısızlık, filmi yaşamak gerekli kesinlikle tabi biraz da gerilmek işte tam bu esnada Alejandro zaten yardıma koşuyor ya da koşacak.
Film başlarken astrolog tipinde bir adam görüyoruz çırıl çıplak iki kadının kafasını traş ediyor, o sırada sizi izlemeye hazırlıyor da diyebiliriz daha sonra İsa’ya benzeyen bir adam görüyoruz ona The Thief diyorlar sonra onun ucube arkadaşı , The Thief’in köyü denilebilecek bir mekan var, askerler halka saldırıyor ama bunu bir tiyatro oyunu gibi izliyoruz değişik görsel şovlar var, kurşunun deldiği yerden minik kuşların dışarı çıkmaları gibi ya da kan yerine ziftin akması vs. sonra The Thief’in sarhoş edilip bir sürü İsa formu elde edebilmek için kalıbının çıkarılması.Burası biraz komik. Eminim şaşırarak, çok beğenerek ve dehşete düşerek izleyeceksiniz.
The Holy Montain ismi ne alaka? O da ölümsüzlüğü kazanacakları dağ eğer dünyevi şeyleri geride bırakıp o dağı aşmayı başarabilirlerse.The Thief filmin başında gördüğümüz astrolog kılıklı herif: The Alchemist ile karşılaşıyor aralarında husumet geçiyor ve The Alchemist ‘altın ister misin?’ diye sorduğunda The Thief’den ilk ve son konuşmasını duyuyoruz ve birkaç işlemden geçen bok altına çevriliyor sonrasında ölümsüzlüğü kazamnmak isteyen grubun içne katılır. Grupta; The Written Woman, Venüs, Mars, Jupiter,Saturn, Uranus,Neptune, Pluto, gezegenlerinde yaşayan kötü ve zengin kişilerdir. Tüm bu insanların kendi gezegenlerinde neler yaptıklarını tek tek görüyoruz ve sonrasında dağa gitme maceraları ve filmin sonunda yönetmenin yaptığı güzel sürprizi...




14 Aralık 2011 Çarşamba

Pink Floyd The Wall (1982)




The Wall İngiliz müzik grubu Pink Floyd’un aynı isimde 1979 yılında yayınlanan The Wall albümü için çekilen uzun metrajlı bir filmdir. Yönetmenliğini Alan Parker üstlenmiş, seneryo Roger Walters tarafından yazılmış ve filmin dahiyane animasyon kısımları Gerald Scarfe tarafından yapılmıştır.
Filmde pek fazla diyalog yoktur, The Wall albümündeki parçaların tamamı film boyunca kullanılmıştır. Baş rol Pink’i canlandıran karakter gerçek hayatında da müzisyenlik yapan  Bob Geldof’dur.
The Wall'da rock star Pink’in hayatı anlatılır. Küçüklüğünden başlayarak evliliği, müzik hayatı yaşadığı travmalar… Küçüklüğünde çevreye karşı kendini korumak adına attığı ilk tuğla ve kendini çepe çevre saran duvara şahit oluruz. Pink çok küçükken babasını 2. Dünya Savaşı’nda kaybetmiştir ve annesi ile yaşar. Şiir yazma meraklısıdır fakat öğretmenlerinden tutun da doktorlara kadar tüm kuralcı insanlar kendisini geliştirmesine engel olmak isterler ve annesi dahil olmak üzere yaptıkları baskılarla Pink’in kendisini İzole etmesine sebep olurlar.Böylece ilk tuğla hamlesine şahit oluruz. Film boyunca bir çok gönderme vardır; eğitim şekli, kurallar, tek tip insan yetiştirme çabaları, Naziler, çıkarcı ilişkiler, uyuşturucu, televizyon, şan şöhet tutkunluğu, savaş,faşizm vb.

İsyan etme ve başkaldırı ile birlikte filmin karanlık ve gerici bir yanı var ama bu aydınlanma yok anlamına gelmez, film sonundaki, karakterin kendiyle hesaplaşma bölümümünden sonra belki de koca duvar yıkılır, ne de olsa Pink Floyd bu duvarı yıkmadan rahat edemez. :D 

Filmde sırasıyla dinlenilen Pink Floyd şarkıları; In The Flesh, The Thin Ice, Another Brick In The Wall-1, The Happiest Day of Our Lives, Another Brick In The Wall-2, Mother, Empty Spaces, What Shall We Do Now (albümde yok), Younges Lust, One of My Turns, Don’t Leave Me Now, Another Brick In The Wall-3, Goodbye Cruel Worls, Hey You, Is There Anybody Out There?, Nobody Home, Comfortably Numb, The Show Must Go On, In The Flesh, Run Like Hell, Waiting For The Worms, Stop, The Trial.


12 Aralık 2011 Pazartesi

The Blues Brothers (1980)



The Blues Brothers yönetmenliğini John Landis’in yaptığı seneryosu yine John Landis ve Dan Aykroyd’a ait olan müzikal bir komedi. Blues Kardeşleri John Belushi ve Dan Aykroyd canlandırmıştır. Filmde Blues Brothers orkestrası izleyicilere adeta müzikal bir şölen sahneler, hatta bazı performanslarda; Aretha Franklin, James Brown, Cab Colloway, Ray Charles ve John Candy’nin unutulmaz eserleri sergilenir. Bazı sahnelerde Steven Spielberg gibi ismler de yer almaktadır.
Film Jake  Blues’un hapisten çıkması ve kardeşi Elwood Blues ile buluşup yatılı okulda kendilerini yetiştiren Rahibe “The Penguin” i ziyarete giderler ancak okullarının satılacağı haberini alırlar, bu durumdan kurtulmanın tek yolu ise her zamanki gibi paradır, yaklaşık 5000 dolar ve 11 gün içerisinde toparlanması gerekli. Blues adamları beş parasız olmalarına rağmen yardım etmek isterler ve eski  Blues gruplarını tekrar toplamaya karar verirler ve büyük konserler vererek parayı toplayacaklarına inanırlar, Bu görevi “mission from God” olarak adlandırılar fakat öncesinde yeni işleri olan, grup elemanlarını toplamak zorundalardır.
Grubu toplama çabaları ve bir araya geldikten sonra yaşananlar, müzikal keyifle birleşince kusursuz oluyor ayrıca diyaloglar çok sağlam, anlamsız bir çok davranış var tam bana göre ‘’Dry Toast’’ un hayranıyım, o saçma sapan 5 metre kare otel odası ve tren geçişlerinde odanın kıyamet olurcasına sallanmasının ve umursamayıp uyumaya çalışmalarının da!. Hiçbir boş zımbırtı onları rahatsız etmiyor, hep önemli işlerin peşinde koşan özlediğimiz insan tipleri. Nazi sahnesini ve kardeşleri öldürmek isteyen bayanı da unutmamak gerek bu çılgın bayanı ise Star Wars'tan tanıdığımız  Pricess Leia. :)
 Muhteşem bir klasik izlemeyen kalmasın! Son sözüm: “It is not the hat, ,it is not the sunglasses, it is not the brifcase, it is the music!”



7 Aralık 2011 Çarşamba

Gentlemen Prefer Blondes (1953)





                                      


 Marilyn Monroe ve Jane Russel’ın başrollerini paylaştığı filmi 1953’ te Howard Hawks yönetmiştir ve seneryo Charles Lederer’e aittir.
Güzel kadınların idolü, erkeklerin rüyası Marilyn Monroe’nun en popüler filmlerinden biri sayılır. Jane Russel ile başrolleri paylaşmek Hollywood’un seksi ikonu Marilyn’i fena halde korkutmuştur  çünkü Jane kendisinden daha tecrübelidir ve Jane’in boyu kendisinden daha uzundur. Filmde bunu aşmış olduğunu hissettiriyor aslında, zaten Marilyn’in üzerine yüklenmiş bir aptal sarışın karakter var (mesela filmde Fransa’daki Avrupa’ya gideceğini söyleyen bir repliği var). Bu durum kendisini geliştirmeyi etkilemişse de güzelliği ve endamıyla (bence) bunları çok geride bırakıyor, eminim izleyici kendisinden de çok iyi bir performans beklemiyor. Film çekimleri esnasında yönetmeni ve ekibi geç kalışları ve psikolojik problemleriyle etkileyip sinirlendirse de Marilyn filmlerini başarıyla tamamlıyor. Aksesuarlar, kıyafetler, göz süzüş ve seksi dudak mimikleri başka bir şeye odakanmayı zaten engelliyor. Yönetmenden kamera açısı  veya senaristten kült bir diyalog bekleyen de yok, bunu efsaneleşmiş olmasından da anlıyoruz, güzelliği sömürülmüş trajik bir kişilik ve geride bıraktığı sarışın, güzel ve aptal kadın kişiliği ile kültleşmiştir. “Diamonds Are a Girl’s Best Friend” filmin konusudur bir bakıma , Lorelei zengin eşin yakışılı erkekten daha önemli olduğunu düşünen güzel bir sarışındır, etrafındaki erkeklerin gözdesi olmasına rağmen çirkin ve aptal bir nişanlısı vardır ve onunla evlenmek ister tabi her zengin avcısı filminde olduğu gibi adamın babası bu kadınla evlenmesini istemez, filmde güldüğüm diyaloglardan biri de şudur ; Evlenmek istediği adamın babası: “Bu kadın seninle paran için evlenmek istiyor” , Lorelei: “Hayır seninle paran için evlenmek istemiyorum”, Evlenmek istediği adam: “Peki niçin evlenmek istiyorsun?”, Lorelei : “Babanın parası için” :D müzikallerde sahneyi paylaştığı en iyi arkadaşı Dorothy ise yakışıklı ve eğlenceli erkeklerle ilgilenmektedir, paranın onun mutluluğu için hiçbir önemi yoktur. Bu iki güzel kadının film boyunca müzikal performansları, Amerika'dan Fansa'ya gemide geçen yol hikayesi ve sonrasında Fransa’da kendilerini bekleyen olayları izlemekteyiz ayrıca bu iki kadın  arasındaki sıkı dostluk ve entrikasız ilişki filmin daha eğlenceli olmasını sağlıyor. Filmin sonunda iki kadın da istediği erkekle evlenir basit bir son ama maceralar komik ve izlenmeye değer.
Lorelei'nin Paris'teki şovu
Dorothy mahkemede Lorelei kılığında
mutlu son.

5 Aralık 2011 Pazartesi

CONTROL (2007)




Conrol 2007 yapımı bir Anton Corbijn filmi, bir müzik filmi de denebilir. Control ismi Joy Division’un ‘’She’s Lost Conrol’’ şarkısından gelme. En sevdiğimiz depresif adamlardan biri olan veya olmuş Ian  Curtis’in yükseliş öncesi ve sonrası depresif halleri aynı zamanda Joy Division’ın ortaya çıkışı ve ilşkilerini izliyoruz. Sonu belli zaten.
Filmini çekimleri siyah beyaz tam bir Joy Division ruhu, film boyunca 
müzikler, konserler, Ian dansları… tabi krizleri sinir bozucu.
1970 ler İngilteresi, soluk benizli, ince-uzun ve çok fazla sigara içen bir genç görüyoruz. Oldukça duygusal ayrıca erken aşık oluyor. Evlilik, çocuk, şarkı sözleri ve muhteşem bir grupta yükseliş, sahne ,seyirciler ve akıllı bir güzel kadın, ardından hastalık her şey bu genç yaşında çok çabuk gelişiyor ve bence erken aşk bu adamı hızlı tüketip bitiriyor. 23 yaş onun en yaşlı hali ve videolarda, fotoğraflarda hep aynı yüzde kalması. Açıp bir şarkısını dinlemekle bir fotoğrafına bakmak neredeyse aynı duyguların hissedilmesini sağlayabilir dolayısıyla bu adamı canlandırmak biraz cesaret ister ama Sam Riley bu depresif rolün hakkını veriyor gerçekten.
Film bire bir Ian Curtis biyografisi diyemem çünkü eski eşinin ağzından yazılmış ve evliliğine dayalı sonu acıklı bir hikaye. (karısına bıraktığı not da adamın ne denle acı çektiğini anlatır cinsten)



2 Aralık 2011 Cuma

Osama (2003)



Osama, 2003 Afganistan,  Japonya ve İrlanda yapımı bir film.Yönetmenliğini Siddig Barmak üstenmiş ve gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanmıştır. Film Taliban başa geçtiğinden beri beri yapılmış ilk Afgan filmi olma özelliğini taşır. Cannes Film festivalinde en iyi film ödülünü almıştır. Filmde yer alan hiçbir oyuncu profesyonel değildir hatta kadro Afganistan sokaklarından bulunup seçilmiştir ama şaşırdığım bir şey baş rol oyuncusu 12 yaşındaki Maria'nın performansı kendisine hayranlık uyandıracak cinsten.

Filmde, Taliban rejiminin başladığı sıralarda Afganistan’da yaşayan kadınların zorluklarına değinilir ki her sahnesi insanı çileden çıkarır cinstendir. Zorbalık ve cahilliğin bu kadarı diye haykırırsınız içinizden! Kadınlar erkek akrabaları olmadan kapıdan dışarı adımlarını atmaları bile yasaktır.Başında erkeği olmayan aileler için yardım, bir çözüm hiç bir şey yok, ölümle baş başa kalırlar adeta. İşte filmde de böyle bir aile vardır: Savaşta eşini kaybeden bir anne Taliban başa geçtiği sırada işsiz kalır ve bakmak zorunda olduğu yaşlı bir kayınvalide ve 12 yaşında bir kız çocuğu vardır. Kurtuluş kızın erkek kılığına girerek çalışmasıdır. Taliban askerleri tarafından fark edilme korkusu tüm hayatlarını kaplar. Bir de yakalandıktan sonara başlarına neler gelebilir ya ölürler ya da ölmekten beter olurlar, olumlu bir şey düşünülemez ve hayatta zorlu yolculukları başlar.