Sayfalar

16 Temmuz 2013 Salı

Çivisi Çıkmış Dünyanın Sevimsiz Küçük Papatyaları: Sedmikrasky (1966)



Öneri filmleri serisinde bu kez tavsiye edeceğim film “Sedmikrasy” nam-ı diğer “Küçük Papatyalar”. İlginçtir ki geçtiğimiz sene çekilmiş kadar güncel ve bir o kadar da özgün bir yapım.
Çekoslovakya’nın ilk feminist yönetmeni Vera Chytilova tarafından yazılıp yönetilen Sedmikrasy, “Çek Yeni Dalgası” filmleri arasında en önemli filmlerden olma özelliğini taşıyor. Ayrıca gerek çekimleri gerekse anarşist öğeler içeren senaryosu ile avangard bir yapıya da hakim.
Filmde her iki ana karakterin ismi de Marie, bu iki rahatsız edici karakteri canlandıran oyuncular ise Ivana Karbanova ve Jitka Cerhova.
1960′ların ortası ve hayatta kötüye giden bir şeyler var. Belki herkes fark ediyor ama yaşamaya değer güzel kokulu atmosferde bir yerlerde asılı kalmış bok çuvalını kimse yerinden oynatmak istemiyor. Hep askıda sallanıyor.
Yine o zamanlarda henüz askıdakiler kokuşmamışken onu bir çomakla karıştırmaya yeltenenler arasında on yedi yaşında iki kız görüyoruz. Biraz olsun karıştırıp insanların rahatlarını bozmakta fayda görüyorlar, en azından suratlarına sıçrayıncaya kadar.
Film, bir evin verandasında bikinileri ile oturan iki genç kızın görüntüleri ile başlıyor. İlk dakikalardan itibaren rahatsız edici sesler çıkarmaya başlıyorlar ve ilk diyaloglarla filmin alt yapısı oluşmaya başlıyor bile. Olay, dünyanın git gide kötü bir hal alması karşısında iki genç kızın da buna paralel bir tavır takınma planları ve çok geçmeden harekete geçirme çabalarıyla başlıyor.
Film, yer yer gerçeküstü bir hal alıp bazen de gerçekçi tavırlarla bizi net bir şekilde sorguluyor. Güzel, bir o kadar da yaramaz Marie ikilisi, erkekleri, eğlence hayatını, tüketim toplumunu, ikili ilişkileri film boyunca sorgular ve kişileri rahatsız ederler.
// Spoiler
İki küçük papatya, çiçek gücü darbeleriyle insanlara hak ettikleri cevabı verir; yaşlı adamlarla buluşup onlara çok fazla yemek ısmarlatıp sonra da olması gerektiği gibi kendi yollarına giderler. Adamlar ise trene binip hayal kırıklığı içerisinde yollarına yalnız devam ederler.
Kendilerine aşık adamların numaralarını gelişi güzel kaydederler, aşıklarından gelen övgü ve aşk dolu telefonları erkeksi bir avamlıkla, en az kendini beğenmiş çapkın bir erkek edasıyla dinlerler ve çoğu numaranın hangi adama ait olduğunu hatırlayamazlar. Bu durum erkek egemen dünyadan rol çalmak olabilir.
İki kadının ismi de Marie, bu durum da sadece dişiliği belirleyen özel bir ad olabilir. Mary 1 ve Mary 2′i kadınlar olarak görmek yanlış olmaz sanırım.
Çılgınca yemek yerler, hatta bu dergilerden kestikleri yemekler bile olabilir.
Anlamsız ve sıkıcı eğlencelerde ortalığı kırıp dökebilirler.
Belki onlarca kişinin doyabileceği ama taş çatlasın on kişilik davet masasındaki bütün yiyeceklerin bir kısmını yiyip bir kısmını ise ziyan edebilirler.
N’oluyor? Yoksa yavaş yavaş eleştirdikleri kişiliklere mi dönüşüyorlar onlar da? İşte tam da bu noktada akılları başlarına gelir.
Çok fazla kötülük yaptıkları için cezalandırılma riski yaşarlar.
İyi olacaklarına söz verip en son çılgınca dağıttıkları banket sofrasını toplamaya başlarlar. İşe kırık tabaklardan başlanır. En son tamamen topladıklarını düşünüp masanın üstüne uzanırlar.
Ama düzeltememişlerdir, kırılan tabak ya da bozulan yemek tekrar eski haline gelemez, onlar da yalan söylemiş ve çivisi çıkmış bu dünyanın birer parçası olmuşlardır.
Bombalar ve patlamalarla başlayan film, yine aynı şekilde büyük patlamalarla biter.
// Spoiler bitti
Filme büyük ölçüde anarşizm hakim olsa da, nihilizm ve sosyal norm ve kurallara aykırılığı açısından dadaizm etkileri de görülebilir.
Filmin çekimleri, özellikle değişen renk filtreleri oldukça çarpıcı; siyah-beyaz, kırmızı, mavi, turuncu gibi değişen renklerdeki çekimler, filmin avangard yapısını estetik biçimde desteklemiş, ayrıca başından sonuna screenshot olarak her bir kareyi kaydedecek olsak birbirinden şahane fotoğraflar yakalamak kaçınılmaz.
Filme anlatım açısından, kişilerle birlikte gerek davranışları gerekse çıkardıkları seslerle özellikle erkek izleyicileri rahatsız etmeye daha yakın bir tarz hakim.
Filmin feminist tavrını belirleyen en büyük hareketlerden, adamların paralarını harcayıp onların beklentilerini karşılamadan kaçmak haricinde başka örnekler de var. Mesela dağınıklık; odalarını toplamak yerine her geçen gün daha fazla dağıtıyorlar. Alışılagelmişin tam tersine her şeyi kesip parçalayıp, ateşe veriyorlar. Sonra yediklerine ve içtiklerine asla dikkat etmiyorlar. Burada da kadınların rejim yapmalarına bariz göndermeler var. Kılık kıyafet yönünden her zaman düzgün ve modernler, istedikleri kadar çılgınlıklar yapıp yiyip içiyorlar hatta hızlarına yetişmek biraz yorucu. Buna rağmen daima karizmatik ve güzeller; zedelenme, yorulma ve tavırlarından ödün verme yok. Tabii bir yere kadar.
Ziyafet sofrasında yapılan israf nedeniyle Chytilova büyük bir tepki almış. Film ilk gösterime gireceği zaman yasaklanmış ve ancak çekildikten 1 yıl sonra gösterime girebilmiş.
Vera Chytilova bu filmle çok fazla eleştiri alsa da kariyeri açısından çok büyük başarılar da yakalar. Ruslar’ın Çekoslovakya’yı işgaline kadar bir film daha çeker, 75′e kadar film yapması yasaklanır,  ardından Çek Cumhurbaşkanı Gustav Husak’a yazdığı bir mektupla tekrar film çekilmesine izin verilir.
Not: Aslında filmin sonuna çok daha başka bir anlam yüklemiştim. Birdenbire korkup iyi tavır takınacaklarına söz verip anında uygulamaya kalkmalarını filmin yapısına ters bulmuştum. Bana göre kötü dünyada kötülere hak ettikleri gibi davranıp hadlerini bildirmek, onları en az kötüler kadar dokunulmaz ve güçlü yapıyordu. Kadınların gücü bilmem kaç çıta yükselmişti. Sonra bu iyilik de ters tepmişti ve iyi olmaya karar veren Marie ikilisi erdemle tokatlanmışlardı. Fakat bir daha izleyince kötülüğün asla kazanamadığını, içi kötü insanların da hak ettikleri sonu bulacaklarını anladım. Kırılan şeylerin düzelememesi klişesi. 


Buradan bir ”Ariel Pink” Geçti: 06 Aralık 2012, İstanbul Babylon Konseri


Bu sene Babylon, güzel konser haberleriyle önce heyecandan titretip sonra kapısına sürükledi çoğumuzu.
Bu kez bizi mekana doğru dalgalandıracak isim, Lo-Fi müziğin en şirin arızası Ariel Pink ve tayfası Haunted Grifitti olacaktı. Haberini alır almaz beklemeye koyulduk. Bu ilk gelişi olmayacaktı; daha önce Mısır Apartmanı’nda bir mekanda ücretsiz bir etkinlikte yer almış. Tabii o zamanlar şu anki kitlesi yerinde yeller esiyormuş.
2010 yılında yayınladıkları albümleri “Before Today” ile hatrı sayılır bir kitleye hitap etmeye başladılar. Ardından gelen bu senenin en iyi albümlerinden “Mature Themes” ile yine güzel bir başarı yakalayıp albüm turnesine başladılar ve turne kapsamı dahilinde Türkiye’ye de uğradılar. Bu kez kaçırılamazdı
06 Aralık geldi çattı ve mekana doğru süzüldük. Kapı önü ve mekan buram buram naftalin kokar diye düşünmüştüm fakat moderne daha yakın tarz hakimdi. Tatlı bir harmoni içerisinde biralar yudumlandı.
Mekan kalabalıktı, warm-up bitimi mekan hepten kalabalıklaşmaya başladı, bir ara sığmayacağız diye kortum. Muhteşem bir atmosfer ve çok iyi bir kalabalık vardı. Bir ara nefes alamayacağım derken konser başladı. Daha önce okuduğum bir konser yorumlamasında grubun Amerika konserinde vokal soundlarıyla alakalı problem yaşandığı yazıyordu. Açıkçası gruptan çok fazla beklentim vardı ve bunun bozulması, o gece benin için hayal kırıklığı olabilirdi ki, olmadı evet, olmadı harika bir konserdi. Hepimiz deliydik ve her şey çok normal ve çok güzeldi.
Bir nevi albüm tanıtım konseri olduğu için yeni albümleri Mature Themes odaklı bir setlisleri vardı.
Şimdi Pink’in ilk sahneye çıkışından başlayalım, hopp sarışın adam sahneye çıktı -bu arada en merak ettiğim şeylerden birisi de Ariel Pink’in saç kesimi ve rengiydi- her zamakinden daha kısa ve sarı saçlarla bir Pink fırladı sahneye, açılışı “Kinski Assassin” ile yaptılar ve bundan daha doğru bir seçim olamazdı. Hepimiz gülümsedik, sağa sola dönerek danslar ettik, o tıklım tıkış alanda.
Derken diğer şarkı çıka geldi. Yine aynı yumuşaklık ve samimiyetteki “Pink Slime” ile ortam iyice sıcak bir hal almıştı. Şarkıların bitiminde güzel bir alkış kıyameti kopuyordu. Pink çok çok şeker bir halde şarkılarını söylerken alkıştan rahatsız olup seyirciyi susturmaya kalkıyordu. ‘Bi susun da çalalım be!’’ gibilerinden.
Sıradaki parça “Is This The Best Spot?”tu. Pink’in halleri Robet Smith’i hatırlatmadı değil, hatta ruj dahil hafif te bir makyaj yapmıştı. Abartmamış olmasına sevinenlerdenim. Şimdi Robert Smith dedim de yanlış anlamayın, o kadar mütevazi ve hoşgörü sahibi değil, duruş olarak benzettim. Biliyoruz çünkü Ariel Pink deli, her an her şeyi yapabilir konser biterse direkt gidebilir gibi.
Beşinci şarkıya geçerken sound birden yükseldi ve yine son albümde yer alan oldukça ağır parça “Nostradamus and me” çıkageldi ki bu şarkıyı çok güzel bir yere sıkıştırmışlar. Önce çilek yedik,  şimdi greyfurtun o meyhoş tadıyla devam ediyoruz gibisinden. Bu arada Pink mikrofonu yiyor, çok çok karizmatik bas gitarist Tim Koh ise diğer mikrofonla efektleri veriyordu. Ses iyiden iyiye yükselmişti ve mekan biraz da olsun boşalmıştı. Bu parçadan sonra en ön saflarda yerimi alabildim, evet alan biraz olsun boşalmıştı bu zor parçayla. Bu durum bana gerçek üstü tarzında bir filme heyecanla gelip en güzel yeri kapan ve filmin ilk on beş dakikasından sonra patır patır dağılan kimseleri hatırlattı. Şarkı takriben 7-8 dakika sürdü, belki de daha da uzattılar, zamanı hatırlamak ve takip etmek gerçekten zordu.
Altıncı parça, 2004’de yayınladıkları albüm The Doldrums’tan “Among Dreams”ti. Ortam biraz daha ağırlaştı grup seyirciye daha da yakınlaştı, Pink bir ara mikrofonunu uzattı, en öndeki arkadaşlar eşlik ettiler.  Gerçi şarkı geçişlerinde Pink fazla bağıran birine ‘’Fuck you’’ deyip sonra en tatlı haliyle durumu gülümseyerek toparladı.
Sonrasında yine aynı albümden “StrangeFires” ile devam ettiler.
Lover Boy albümünden “She’s My Girl” vardı sırada. Duygusal çılgın adam şişeden şampanyasını yudumlayıp söyledi şarkısını.
Klavyeci bazen gitaristti, Pink bazen davulcu, davulcu bazen solist, basçı ise efektin en önemli yardımcısıydı. Pink’in mikrofonunda sağlam efekt vardı, kontrolü sağlamasına hayran kadım ki nefis bir çorba kıvamındaki jarnların birleşimiyle yarattığı müzik stiline nasıl uyum sağlıyorsa öyle dedim içimden. O hışırtılar, eski derin sesleri albümlerinde olduğu gibi konser boyunca yaşattılar.
Son albüme ani bir dönüşle “Mature Themes” çaldı (nefis parça), ardından gelen “Only In My Dreams” ile ortam şenlendi adeta.
On ikinci şarkı “Driftwood”, ardından gelen ise “EarlyBirds of Babylon”du.
…ve beklenen an gelir, yüzümüzde güller açar, hepimiz zıplarız, bir önceki albüm Before Today’den “Round and Round” gelir, hepimiz ağlar şu lirikleri zikrederiz: ‘”You play airguitars for fan/ and i’ll play the eardrums in the band/ and i’ll back you up as your frontman’’
Strobe ışıkları, distortion, klavye, Ariel’den davul şov derken “SchnitzelBoogie” biter ve kaçarlar. Biz bırakmayız, geri dönerler, “Symphony Of The Nymph” ve Underground’tan “Crusades” ile konser son bulur.
Şunu söylemeliyim ki konserin başlarından itibaren ambient takılmacayı sürdürseydi mekanda gözle görülebilir bir boşluk olurdu ki sadece bir parçayla geçiştirdiler. Adamın olayı o aslında ancak biraz daha yumuşatılmış bir Ariel Pink şov izledik. Tam anlamıyla inandığı şekilde sergileyeceği bir performans izlemeyi yeğlerdim ama bununla da mutlu oldum açıkçası.
After party’de grup elemanları fanlarla muhabbetten çekinmedi, güzel bir dost meclisi yaratıldı resmen. Kapıda muhabbet ettik, fotoğraf çektirdik, sarıldık, sonra şeker gibi adam yine bir an parladı ”Üç sene önce nerdeydiniz?’’ dedi. Biz geç keşfettik fakat 2009’daki konserine gelmiş takipçileri de vardı ortamda. Yaşlarına ve müzikal geçmişlerine bakacak olursak pek de geç sayılmayız. Sadece o biraz hızlı ve çılgın bir dahi bana göre.
Ariel Pink konser boyunca kafasına şampanya şişesi dikti, yukarıda da bahsetmiştim. Bir arkadaşa konseri anlatırken “Konser şahaneydi ya! Şişeden şampanya içmek gibiydi” demiştim. Yine söylüyorum ağır bir şişeden tatlı, meyhoş, asitli bir şeyler içtim, huzurluyum.


8 Ocak 2013 Salı

Şahane sahnelere eşlik eden en sıkı film müzikleri




Bazıları müziği olmayan ya da müziği iyi olmayan filmin tatsız olduğunu, filmin kullanılan parçalarla tamamlandığını söylerler. Bana kalırsa o sadece tınıya, heyecana, harekete  ihtiyaç duyan  filmler için geçerli. Bazen müziği filmde hiç aramam veya ilk izlediğimde yönetmen kulağımıza sokmazsa müziği fark edemem.
Tabi bazı filmler vardır ki müziklerin geçtiği sahneleriyle kült olmuşlardır. Birbirlerinden ayrı düşünülemezler.
Bu tip filmlerde en etkileyici olanı seçmede zorlandığım parçalar olsa da bir şekilde içlerinden sıyrılan olur her zaman. Bir film aklıma geldiğinde en öne çıkmış müziği zihnimde dönebilir, yapışmıştır bir şekilde ve flashbackler yaşatır bazen.
Benim aklıma ani bir düşünüş ile on beş tane film müziği geldi. Aslında birçoğunu filmden bağımsız bir şekilde dinler, severim ama filmlerde duyduğuma sevindiklerim diyebilirim memnuniyetle.
İşte bu yazımda bunun gibi güzel müzikleri barındıran filmleri sıralayacağım.
Seçmekte zorlandığım için gelişi güzel sıralıyorum.

1. BLUE VELVET : Roy Orbions “IN DREAMS”

Blue Velvet , 1986 yapımı bir David Lynch filmi. Yönetmen kişiliğinin haricinde müzik yapan Lynch’in filmlerine iyi müzikler kullanmış olması hiç şaşırtıcı değil.
Kesik bir kulak, bir parça mavi kadife kumaş ve sadist bir adam etrafında dönen hikayeye eski müziklerle esrarengiz ve duygu yüklü anlamlar katmış. Çıldırmış Frank Booth (Denis Hooper), Jeffrey (Kyle MacLachlan)’ın güzel yüzünü dağıtmak isterken, “bebek yüzlü adam” Jeffrey’nin bu durumdan hiç korkusu yok gibi görünür.  “Dağıt yüzümü yeter ki gururumu kırma” der gibi bakarken okkalı bir öpücük alır ve müzik başlar; “A candy colored clown they call the sandman/ Tip to estomy room every night/ Just to sprinkle star dust and to wisper/ Go to sleep every thing is alright…”





2. C.R.A.Z.Y: The Rolling Stones “SYMPATHY FOR THE DEVIL”

C.r.a.z.y, 2005 yapımı bir Jean MarcVallee filmi. Film muhteşem, soundtrackleri ise daha da muhteşem. Beş tane boy boy oğlu olan bir ailede diğerlerinden sıyrılan, yumuşak ve narin Zac’ın baba baskısı sonucu muhteşem müziklere sığınmasından faydalanıyoruz film boyunca. Filmin müziklerinde boş yok. Ama aşağıdaki sahne ile müziğin uyumu inanılmaz; benim için unutulmayacak sahnelerden biri de bu. Bir de değinmeden geçemeyeceğim Zac’ın yükselişi ve inişi o kadar muhteşem kurgulanmış ki göze batan hiçbir yanı yok. Şimdi videomuzu izleyelim.


3. 2046 : Connie Francis ” SIBONEY”

2046, 2004 Kar Wai Wong filmi. Geleceği konu eden bir yazarın etrafındaki kadınlardan ilham alarak yazma çabalarına şahit olup, yer yer  kaybolmuş anılarını bulmaya çalışan insanlarla geleceğe gidiyoruz.  Filmde fantastik öğeler fazla ama romantizm ile iç içe geçmiş olduğundan müzikleri derin, düşündürücü ve özlem kokan türden. Bu özelliklerden değil ama filmle birlikte şu şarkıyı dinleyince aklım başımdan gidiyor resmen.


4. THIS IS ENGLAND: UK Subs “WARHEAD”

2006 Shane Meadows filmi. Bir grup genç “skinhead”in sıkı arkadaşlıkları, kültür çatışmalarına karşı mücadeleleri ve İngiliz alt kültürünü barındıran bu filmin müzikleri, filmin bir adım ötesine geçmiş durumda. Müziklerin hepsi birbirinden şahane. Toots and the Maytals, “54-46 Was My Number” ve UK Subs War Head arasında gidip geldim, sonunda Warhead’de karar kıldım. Bu arada filmin devamı dizi olarak çekildi.


5. EXILS : Thony Gatlif “MANIFESTE”

Thony Gatlif babanın, kötü müziklerin yer aldığı bir film çektiğini düşünemiyorum. Kendi müziğini kendi yapıp, o parçaya en uygun sesi bulup söyletiyor. Güzel bir film çekip, filme en uygun 10-15 parçayı soundtrack haline getiriyor. Görsel ve işitsel şölen kaçınılmaz hale geliyor böylece. Gatlif filmlerinde, her zaman aradıklarının peşinden giden insanların yol hikayelerini izliyoruz. Bununla birlikte yöreye uygun, çoğu kez etnik müzik dinleme fırsatımız oluyor. Saymaya kalksam işin içinden çıkmam. Bundan dolayı Exils’in giriş sahnesinde mızrak gibi kalbimizi delen “Manifeste”i seçiyorum.
Ritmi ve içeriği ile ağlatır bu şarkı. “it is emergency to talk about freedom”


6. DAWN BY LAW: Tom Waits “TOM WAITS JOCKEY FULL OF BOURBON”

Her Jarmush filmi gibi özünde çok eğlenceli ama yavaş ilerleyen bir film. En sevdiğim filmlerdendir kendisi. Daha önce rastlantı olarak karşılaşmış adamların hapishanede kesişen yolları ve kaçış hikayeleri. Tom Waits’in de oyuncular içerisinde yer aldığı bol müzikli bu filmin müziği ise aşağıdaki kusursuz parça.


7. TRAINSPOTTING: Lou Reed “PERFECT DAY”

1996 yapımı bir Danny Boyle filmi olan Trainspotting eminim herkesin hayatında çok özel bir yeri olan filmlerdendir. Aynı şekilde müzikleri de çok çok önemli bir yer taşır çoğu kişide. Tanrım, öyle bir sahnesi var ki bu filmin; Perfect Day çalıyor, hiç bitmesin istiyorsun, bir yandan da Renton’ın ölmesini istemiyorsun. Öyle gidip geliyorsun.  Bazen de Renton ile birlikte yerin dibinde sıkışıp kalmışsın, hemşire bağırınca kendine geliyorsun. Bu gibi birçok psikolojik durum örneği var şu sahnenin. O zaman bir Perfect Day koyalım da hepimizin içi ısınsın. Gamze bu şarkı sana gelsin.


8. DONNIE DARKO: Joy Division “LOVE WILL TEAR US APART”

2001 Richard Kelly filmi. Donnie Darko, bana hep soğuk gelen ve sevemediğim filmlerden ama içinde barındırdığı parçalardan biriyle aram fena halde iyi. Filmin karanlık yapısına uygun ama yine de biraz havada kalmış gibi. Sevenleri kusura bakmasın ama filme göre şarkı daha derin. Aslında “Mad World” daha fazla kullanılmış ama “Love Will Tear Us Apart” varken ondan bahsetmeye gerek yok sanırım.  Özellikle jenerikte kullanılmış ki insanlar filmin etkisinden kolay kolay çıkamasın.


9. LOST HIGHWAY: David Bowie “I’M DERANGED”

Rastlantı sonucu bu listede yer alan ikinci Lynch filmi Lost Highway; “Dick Laurent is Died” repliği ile başlayan şok, giderek artan bir buhrana dönüşüyor ve hayatımızın kararmasıyla film son buluyor. Gerçek üstünün de bir tık üstü bu filmin müzikleri ise tartışmasız iyilerden. Müzikler içerisinde Rammstein, Nine Inch Nails, David Bowie, Smashing Pumpkins  gibi güçlü isimler yer alıyor. Benim en çok beğendiğim iki isim ise Smashing Pumpkins “The Eye” ve David Bowie “I’m Deranged”. İkisi arasında gidip gelip Bowie’yi tercih ettim.




10. PULP FICTION: Urge Overkill “GIRL, YOU’LL BE A WOMAN SOON”

Tarantino dayımızın bu filmini atlayamazdım tabi ki. Müzikleriyle klasikleşmiş bir film, Trainspotting gibi. Fimden bahsetmeden direkt şarkıya geçebiliriz. Girl You’ll Be a Woman Soon çalar ve Uma Thurman kendine aşık eder dans ederken.


11. OPERA:  Bill Wyman&Terry Taylor “OPERA THEME”

Diğer etkileyici film müziği ise giallo ustası Dario Argento’nun en önemli filmlerinden Opera’da yer alan Opera Theme. Filmde sevdiğim diğer müzik ise Steel Grave ‘’Knights of The Night’’tı ama Opera Theme filmin ağırlığına daha yaraşır cinsten. Macbeth’in uğursuzluğu Betty’i sarmıştır, çevresindeki insanlar bir bir ölürken ayaklarını ardına vurarak kaçmak yerine sürekli katilin çevresinde gezinir ve bu sayede psikopat katilin Betty’e cinayetlerini izletmeyi çok sevdiği can alıcı sahneleri izleyebiliriz.


12. FUNNY GAMES (1997/2007) : Naked City “BONEHEAD”

Michael Haneke’nin 1997 Alman ve 2007 Amerika versiyonu olmak üzere iki kez çektiği filmin müziği öyle etkili ve öyle yerinde kullanılmış ki, daha filmin başında olayların içler acısı boyutlara varacağını anlarız. Filmin giriş sahnesinde arabayla yolculuk yapan mutlu mesut bir aile müzik çalara güzel bir klasik müzik parçası koyarlar, onlar hala mutlu mesut devam ederken müzikte keskin bir geçiş olur ve kocaman kırmızı fontlu  “Funny Games” yazısı ekranı kaplar, buna eşlik eden müzik ise Naked City’nin Bonehead’idir. Aile mutlu mesutken, Haneke bizi gerilimin içine sokmuştur bile. zaten Hanekenin kurbanları bizleriz, her zaman için gerilimi karakterlerden daha fazla ve uzun yaşarız, güzel olan da bu zaten. Not: Videoda Bonehead’in öncesinde çalan parça Benimio Gigli “Care Selve” .




13. ARIZONA DREAM: Iggy Pop&Goran Bregovich “In The Death Car”

Kusturica harikalarından Arizona Dream’i muhteşem yapan şeylerden biri de In The Death Car. Filmde uçabilme isteği var. Zaten Emir Kusturica aklını objeleri uçurmakla bozmuş, bu filmde insanları da dahil etmiş bu tutkusuna. Bir de şu kült replik var: “The fish doesn’t speak, the fish is mute because the fish knows everything.


14. LILJA 4-EVER: Rammstein “MEIN HERZ BRENNT”

2002 Lukas Moodysson filmi. Nedir bu güzel kadınların bahtsızlığı? Güzel Lilja çok sert bir yaşamın pençesine takılıyor. İnsanlar tarafından güzel bir yemek gibi görülüyor, o kadar! Mein Herz Brennt ise bir iç ses, bir haykırış olmuş, filme iyi yaraşmış. Bu arada filmin konusu  Litvanyalı Danguole Rasalaite’nin gerçek hayat hikayesine dayanmaktadır.


15. THE HUNGER: Bauhaus “BELA LUGOSI IS DEAD”

The Hunger’dan geçtiğimiz aylarda bahsetmiştim. Okumamış olanlar için link: http://www.paslanmazkalem.com/the-hunger-bir-avuc-kan-sonsuz-yasam
Kanla beslenen karakterler filmin girişinde kendilerine ziyafet çekmeye hazırlanırken, sahnede Bauhaous “Undead…  undead” diye yırtınmaktadır. Ortam ve müzik vampirlerin kan isteklerini adeta körüklemektedir. Müzik ve sahnenin bütünlüğü ve ritmi açısından “Bela Lugosi’s Dead”in bu listede yer alması zorunlu bir parça diye düşünmekteyim.










6 Ocak 2013 Pazar

Gerilim filmlerinde altın kural: Seksi adamlara güvenmeyin çünkü hepsi katil!



Korku temalı filmlerde seksi kadın profili çok klişedir artık; muhakkak bir tane de olsa atılır ortaya, ya vahşice öldürülüp harcanır ya da kurtulmayı başarıp devam filminde de boy gösterir. Bundan dolayı şunu diyebiliriz; kadınlar korkunun vazgeçilmezi, güzel kadınlar ise çoğu zaman tercih sebebidir.
Konumuz ise her iki yönden de aksi bir durum, korku temalı filmlerde yakışıklı ve çekici adam. Korku filmlerinde bu durum aslında biraz riskli. Estetik güzellik tiksinme duygusunu bastırıyor, bu yüzden daha çok istismarın ya da sapıklığın ön planda olduğu filmlere hiç çekinmeden yakışıklı bir adam yapıştırabiliyorlar. Bence çok nadir karşılaştığımız bu durum artırılmalı, gerçi insanların kendi yerine koymaları yüksek dozda mümkün; adama karizma, can yakıcı ve dağıtıcı bir rol yükleniyorsa, insanlar tarafından fazlasıyla idolleştirilebiliyor. Türkiye’de korku, gerilim vs. gibi filmler çekilemediği için Türk yapımı bir dram filmini örnek vereceğim. Mesela Türkiye’de erkeklerin %90’nı kendini Issız Adam sandı ve etrafta öyle dolaşıp ağlandı, plak biriktirip şarap içti.
Yurtdışı örneklerinde ise seri katil yönünden tehlikeli bir durum; okul basıp taramalı tüfekle etrafa dehşet saçan insanlar oluyor. Dolayısıyla bu yüzden daha çok fantastik kahramanlar olarak karşımıza çirkin korku karakterleri çıkıyor ki çirkinlerin kahramanlığı çoğu kişinin yalnızca tiksinip irkilmesini sağlıyor. Tabi çoğu yönetmenin de istediği durum bu. Biraz düşündüm, güzel yüzlü anti bir karakter bulayım diye. Aklıma Drakula geldi ilk, ama onu da yakışıklı yapmıyorlar ki! Bence Drakula gelmiş geçmiş en karizmatik korku karakteridir. Bir yönetmen sadece dikkat etmiş, diğer tipler fazlasıyla sıradan, Bela Lugosi amcaya hiç değinmiyorum, fazlasıyla karizmatik olmasına rağmen bahsedeceğim kategoriye girmiyor.
Gel gelelim bizim yağız delikanlılara… Bu özellik için fazlasıyla çekici olmaları gerekiyor ve özünde kötü kimseler olmaları da şart. Gerçek ya da metafizik karakter olarak  bazı örnekleri sunuyorum;

Scream (1996): BILLY LOOMIS

Billy bu konuya en cuk oturan karakter. Scream filminin kasıp kavurduğu dönemlerde kızların gözbebeği haline gelmiş ölümüyle de baya üzmüştü.
Billy, doğru kız Sidney’in çok çekici ve aşık erkek arkadaşı, kim derdi ki Munch’un o çok meşhur tablosundan esinlenilen kült maskenin altında bu bebeksi surat var. Önce üzse de kötü olduğuna, git gide seviniyordu insan, çünkü adam Küçük Emrah modundan sıyrılıp resmen çekici hale gelmeye başlamıştı. Ölene kadar kafamızı bayağı karıştırmıştı ve onun hakkında en net hatırladığım şey beyaz tişörtüne kırmızı rengin bayağı yakıştığıydı.




Bram Stoker’s Dracula (1992): COUNT DRACULA

Yaşlı hali her ne kadar bizi dehşete düşürse de Capolla’nın Drakulası Gary Oldman’in, Mina’nın yanına uğradığı halleri iç eritir resmen. Gerçek bir beyefendi, harika bir aşıktır. Kötü ama çok yakışıklı, bir de sevdiğini acıtmaktan çekinir halleri insanı daha da bir etkiliyor. Açıkçası filmi her izlediğimde Keanu Reeves’in bir an önce ölmesini istiyorum ama ölmüyor adam ve film tam tersi bir durumla bitiyor. Gary Oldman en harika Drakula’dır bence. Bu film çok fazla kötü eleştiriler almış olsa da çok severim ve Drakula’nın da hastasıyım.







Queen of the Damned (2002): LESTAT

Belki taşlanırım ama bana göre Stuart Townsend, Tom Cruise’dan çok daha çekici bir Lestat’tı. Tam bir vampir diyebiliriz. Aslında film kötü ve komikti, ona rağmen kostümler şahaneydi ve Lestat’ın yakışıklı bir rockstar, ayrıca kötü bir vampir olması çoğumuzu ekranlar yapıştırmıştır. Keman çalarken, konserde sahneye atlarken ve kan emerken “işte bu rolün adamı Townsend’dır” dedirtir cinsten.  Gerçi filmin sonu felaket, Lestat babaanne tarzında bir hatunu sevip iyi oluyor ama yine de onu kötü ve yakışıklı bir vampir olarak hatırlayalım derim.




The Doom Generation (1995): XAVIER RED

Bu filmin korkuyla bir alakası yok. Fakat Xavier listeye fazlasıyla uygun bir isim o yüzden es geçemeyeceğim. Muhteşem gülüş ve kusursuz bakışların altında acımasız bir seri katilin ruhsuz ve acımasız tavrını taşıyor. Aslında, altında taşımakla kalmayıp film boyunca birçok kişiyi acımasızca kanlar içinde bırakıyor. Tipik seri katil ve sapık rolünün hakkını veriyor. Otostopla tanıştığı iki sevgili bile bu yakışıklılığa kayıtsız kalamıyor.




House of Thousand Corpses (2003): OTIS

Rob Zombie’nin bana göre Texas Chainsaw Massacre filminden etkilendiği bu filmde ben en fazla ilgilendiren karakter ilk izlediğim andan itibaren ‘’Otis’’ olmuştur. Bir damla acıma, zerre duygu hissedemeyeceğiniz bir karakteri canlandırıyor ve takındığı tavırlar, giyim kuşam şekil itibariyle tam bir anti karakter. Gerçekte Otis’in Billy Moseley olduğunu bilmek çok acı olsa da böyle bir karakter yarattığı için Rob Zombie’ye ayrı bir hayranım.







American Psycho (2000): PATRIC BATEMAN

Doom Genaration ile benzer bir durum,yine korku filmi değil de bir nevi sapık katil filmi olan American Psycho’daki Patric Bateman’i bu listeye dahil ediyorum. Christian Bale tartışmasız yakışıklı bir adam, zira bu filminde karizmasını kat kat artırmış olduğunu düşünmekteyim. Temizlik ve bakım takıntısı, en iyi kartvizit hastalığı ve elektrikli testereye varıncaya kadar yakalandığı öldürme ve can acıtma tutkusu. Zenginlik kurbanı ve son derece rahatsız edici katıksız sapığımızın güzelliğini görmezden gelemiyoruz maalesef.




Ichi The Killer (2001): KAKIHARA

Şimdi Amerikan sapık dünyasından uzaklaşıp Uzak Doğu’ya doğru bir geçiş yapıyorum. Takashi Miike’nin bomba filmlerinden Ichi The Killer’ın en etkileyici karakteri de bu listede yerini alıyor. Asıl, katil manyak Ichi, fakat filmde bizi ilgilendiren sapık yakuza Todanobu Asano’nun canlandırdığı Kakihara. Çılgınlıklarıyla aklımızı almış olsa da -özellikle dilini keserken- çoğu kişinin filmi sevme ve filmden etkilenme sebebi olduğu kanısındayım. Yırtık ağzı iki ayrı piercing tarafından tutuluyor ve bir Japon’a göre oldukça farklı.





Konuyu kapatırken, kurban olmamak adına  sıvışamayacağınız bir çapraz ateşe girmeden önce yukarıdaki başlığı hatırlayın derim.

23 Kasım 2012 Cuma

The Hunger: Bir avuç kan, sonsuz yaşam (1983)



22 Ağustos 2012 sabahı İngiliz bir yönetmenin ölüm haberini internet gazetesinden okuyorum, inanılmaz şaşırmıştım. Ölüm beklenmedik bir zamanda gelir çoğu kez tamam da, bu yönetmen bir köprüden kendini atıyor ve yaşamına kendi elleriyle son veriyor. Çok üzücüydü. Yönetmen çok tanıdık bir filmle Amerika ve tüm dünyada nam salmıştı. Tamam, en sevdiğim yönetmenler arasında yer almıyordu. İşin ilginç kısmı en sevdiğim ve beni çok etkileyen bir filmin yönetmeni olması. Tony Scott’tan bahsediyorum. Sevdiğim filmi ise ‘’True Romance’’ tabi ki. Aşk filmleri yazımda biraz bahsetmiştim bu filmden.
Bu kez bambaşka bir filminden bahsedeceğim -yeni ölmüş bir yönetmenin filminden bahsedecek olmak biraz içimi burktu-  filmin adı ‘’The Hunger’’  bu filmi izledikten sonra Scott’ın gerçekten bir türün peşinden koşmadığını, dağınık ve içinden geldiği gibi takıldığını fark ettim. Top Gun, Spy Game, True Romance… hepsi birbirinden farklı, aynı zamanda kendi çaplarında başarılı filmler. Kafası karışık başarılı yönetmen demek doğru olurmuş ki artık yok zaten.
The Hunger,  1983 yapımı bir vampir filmi; konusu aynı isimde bir kitaptan alınmış. Başrollerde Catherine Deneuve, David Bowie ve Susan Sarandon’ı görüyoruz.
Film alışık olduğumuz vampir filmlerinden biraz farklı. Mesela Orta Çağ’ın kasvetli ortamı, gotik binalar, dantelli ağır elbiseler, mermer suratlı vampirler, uzun sivri dişler, veba ve yangınlar yok. Ortak noktalar, sonsuz yaşam ve kan; filmin belkemiği ise sonsuz yaşamın getirdiği açlık ve aşk.
Modern zamanın gotik prensesini Mriam adıyla Catherine Deneuve canlandırıyor. Mriam kana tutkun ve sonsuz ömürle lanetlenmiş aşklar biriktiriyor. Kanının nüfuz ettiği bedenler bir daha eski haline gelmiyor.  Vampirimizin sevgilisi John olarak David Bowie’yi görüyor ve çok seviniyoruz.  Hatta sonsuza kadar yaşamasına içten içe sevinebiliriz de tabi bir yere kadar. Diğer sevgilisi ise Susan Saradon, Miriam’ın muhteşemliği karşısında kayıtsız kalamıyor ve acımasız vampirin sonuncu aşkı oluveriyor.



Filmin beni en etkileyen kısmı giriş sahnesi diyebilirim. Bir gece kulübü; içeride havalı tipler var, sahnede Post-Punk grup Bauhaus bangır bangır ‘Bela Lugosi’s Dead’ çalıyor. Sonra gözümüz iki çifte odaklanıyor, müzik yükselirken onlar da eşleriyle sevişmektedirler, ta ki ankh (ucu bıçak şeklinde) kolyeleriyle eşlerinin boğazlarını kesip kanlarını içmeleriyle sahne sonlanıyor. Bu giriş sahnenin sonlanışına kadar çok yüksek bir tempo var. İleriki sahnelerde senaryonun akışına göre tempo yavaşlıyor.
Giriş sahnesindeki kan emici bu iki aç aşık Miriam Blaylock ve John; bu iki vampir Manhattan’da yaşamakta, aynı zamanda klasik müzik dersleri vermektedirler. Mriam eski mısırdan gelme bir vampir, aşkı John’a  sonsuz yaşamı çok önceden vaad etmiş ve her defasında hatırlatıyor: “forever and ever.”  Şehvet, tutku, kan, müzik derken John hesapta olmayan bir şey fark ediyor: John yaşlanıyor, hem de çok hızlı bir şekilde. Miriam ‘Sonsuza dek yaşayacaksın aşkım.’’ derken bir şeyleri atlıyormuş. Evet, sonsuz yaşamı veriyor fakat sonsuza kadar gençliği veremiyordu ne yazık ki.
Modern zamanlara kadar yaşamayı başarmış vampir Miriam, büyük bir aşk koleksiyonuna sahip. Aşkları çok yaşlı ve hepsi de aç. Onlarca tabutta farklı bir aşkı yatıyor ve hepsi de hala yaşıyor. John çok hızlı bir şekilde yaşlanınca onu da diğerlerinin yanına götürüp tabutuna yatırır, çünkü John artık çekici değildir ve artık asla sevişemeyeceklerdir.
Aşk olmadan asla yaşayamayan Miriam yeni bir aşk bulmakta fazla gecikmez. Bu kez aşkı yaşlılık hekimi olan bir kadın olan Sarah Roberts’tır.  Film birden lezbiyen vampir filmine dönüşür. Tabi film sona doğru daha farklı bir şekil alır.
Miriam, Sarah’yı  baştan çıkarmıştır fakat bu uzun sürmez. Sarah Mriam’dan daha güçlüdür bu durum duygularını kontrol etmesini sağlar ve Miriam’ı kötü bir son bekliyordur.

Ben filmi Post-Punk bir grubun kaydettiği albüme benzettim, görüntüler de albüm şarkıları için çekilmiş bir video gibi, çok güzel gerçekten, DVD’yi takın fonda kendi kendine dönsün.
Filmin müzikleri arasında “Le Gibet” Maurice RAVEL,  girişte parçalayan “Bela Lugosi Is Dead” Bauhaus, Franz Schubert klasik müzik dersi verdiklerinde çaldıkları parça ve “Funtime” Iggy Pop var.
Tony Scott’a bu iyi işi için bile “huzurla yat” diyebilirim.

http://www.imdb.com/title/tt0085701/




25 Ekim 2012 Perşembe

The Little Shop Of Horrors (1960)



Sadece iki günde çekilmiş, düşük bütçeli, tam anlamıyla B-film kategorisinde yer alan ama iyi klasik filmler içerisinde yer alabilmeyi başarmış, kara komedi tarzında, sürükleyici bir film. İşte bir cümle ile filmi anlattım size. Sahneler üzerinde çok fazla uğraşılmamış, yoğun bir öz güvenle apar topar uzun metraj bir film çekilmiş, yıl 1960 ve çok da şahane olmuş. Film siyah-beyaz ve benim izlediğim versiyonu pek iyi çekim olmasa da, filmin ilk beş dakikasından sonra film beni içine çekmeyi başardı. 70 dakika boyunca çok eğlendim, yer yer irkildim.
The Little Shop of Horrors, Amerikalı yönetmen Roger Corman tarafından yönetilmiş (Corman İstanbul Film Festivali’nde ‘’Yaşam Boyu Başarı Ödülü’’ almıştır), senaryo ise Charles B. Griffith’e ait. Başrol oyuncuları; Jonathan Haze, Jackie Joseph ve Mel Welles. Aslında filmin sadece bir sahnesinde yer alan Jack Nicholson’ı da görüyoruz oyuncular arasında ve bu film Nicholson’un kariyeri açısından çok önemli bir dönüm noktası olmuştur, ne kadar başarılı olduğunu kanıtlamıştır: tam bir psikopat karakter oyuncusu.
Film zamanla klasikleştikten sonra Broadway müzikallerine konu olmuş ve 1986′da yeniden çekilmiş; yönetmeni ise Frank Oz.
Önceden de belirttiğim gibi, film iki günde 2500 Dolarlık bir bütçeyle çekilmiş. Bazı söylentilere göre filmin iki günde çekilmesinin sebebi Corman’ın çekim süresiyle ilgili bir iddaya girmesiymiş. Aslına bakılırsa iki günde çekilmiş olması pek de seyirciyi etkilemiyor. Bilakis bu özelliği filmin senaryosuyla çok da uyumlu, hatta daha fazla gerilim yüklü ve aynı zamanda etrafta dönen bazı saçmalıklarla yer yer de komik.

Spoiler…
Film bir çiçek dükkanında geçiyor. Çiçekçinin işleri pek de iyi gitmiyor. Çok da az müşterileri var; bir tanesi her hafta, ölen bir yakınına çiçek almak için uğrayan ve her seferinde indirim isteyen yaşlı kadın, diğer müşterisi ise karanfilleri satın aldıktan sonra ‘’sarmayın lütfen burada yiyeceğim’’ diyen, çiçek yiyici garip adam. Gravis Mushnick bu dükkanın sahibi, yanında çalıştırdığı sefil ve sakar genç Seymour Krelboyne’u işten çıkarmak istemektedir. Seymour işten çıkarılmaması için patronuna yalvarır ve kendi icat ettiği bir bitkinin olduğunu, onu dükkana getirirse işlerin yoluna koyulacağı vaadinde bulunur, bu sayede Mushnick ona ikinci bir şans verir. Ama kötü bir gerçek vardır; çiçek, su ve güneşle değil de kan ve etle beslenip gelişebiliyordur.
Semour bitkinin adını hoşlandığı iş arkadaşından esinlenerek koymuştur,  adını Andrue Jr. koyduğu bu bitkiyi dükkana getirdikten sonra işler tam anlamıyla değişir. Önceleri pek de pas vermeyen Andrue artık Seymour’un kız arkadaşıdır. Sonrasında bitki gün geçtikçe insanla beslenip güzelleşince dükkan  popüler olur ve çok fazla iş yapmaya başlar. Seri ölümlerden şüphelenen polisler de katili bulmak için yola koyulmuştur bile. Olay kontrolden çıkınca, Seymour’un mutasyona uğramış bitkisi Andrue Jr. ile cesaret dolu, bol kan ve etli hesaplaşması filmin sonu olur.
Spoiler bitti..

Filmde popülerliğin ve paranın insan hayatındaki büyük önemi sertçe eleştirilmiş. Ayrıca kara mizah tarzına yakışacak şekilde filme yerleştirilmiş çokça küçük gönderme de yer alıyor. Mesela Seymour’un annesi ilaç bağımlısı, hastalık hastası bir kadın. Yaptığı yemeklere bile ilaçlar katıyor, bir sahnede Seymour’a kendine sağlıklı değil de hasta bir kadın bulması gerektiği uyarısında bulunuyor.
Görsel açıdan bırakın şöleni, tek bir iyi çekim beklemeyin, filmde çok etkileyici korku sahneleri, oluk oluk akan kanlar, gülmekten kırıp geçirecek diyaloglar da yok, ama mizahi bir anlayış ile ele aldığı konuyu izleyiciye aktarışı çok başarılı; kafa dağıtmak isteyenlere tavsiyemdir.

The Little Shop Of Horrors – imdb linki: http://www.imdb.com/title/tt0054033/



11 Ekim 2012 Perşembe

13 Tzameti (2005)



Silahlar insanların zevklerine veya işlevlerine göre boy boy, şekil şekil yapılmış olsalar da bilindiği gibi hepsinin tek bir amacı var, o da ‘’öldürmek’’. İşlevi ve kullanım amacındaki iğrençliği saymazsak, ağır ve soğukturlar, patladığında çıkan ses tüyler ürperticidir. Bunlara rağmen silahlar kimisi için vazgeçilmez bir tutkuya çirkin bir müptelalığa bile dönüşebiliyor.  13 Tzameti’de de film boyunca birçok silah görüyoruz, terli ellerde ısınmış, bazen patlayan bazense şans eseri patlamayan; tek kişi kalana kadar patlayacak bir sürü silah.

Filmde kumar, insan ölümünün soğukluğu ve tabi ki silah tutkusu var fakat bu kez silahlar tutkunların değil de kurbanların elinde.

13 Tzameti 2005 yılı Gürcü yapımı bir film; yönetmenlik, senaryo ve yapım Gela Babluani’ye ait. Film Babluani’nin ilk uzun metraj deneyimi ve kusursuz diyebileceğimiz nitelikte. Başrolü yönetmenin kardeşi Geores Babluani üslenmiş. Film Fransa’da geçiyor.
Filmin adıyla başlayalım, “13′ü anladık da Tzameti neyin nesi ?” diyenler için. Efendim, Tzameti Gürcüce’de “On üç” manasına gelmektedir. Kısacası filmin adı her türlü “On üç”. “13″ adında uğursuzluk hurafesi yüklü, dolayısıyla izlemeden bir şeylerin ters gideceğini anlıyoruz.
Film 16 mm ve siyah-beyaz çekilmiş, kaymak gibi görüntüleri barındırıyor.  Filme ilk dakikalarından başlayan bir görsel haz, aynı doğrultuda da gerilim hakim.

-Spoiler -
Fransa’da ailesiyle zor şartlar altında yaşayan Sebastian çatı onarım işi yapmaktadır. En son onarım yapmakta olduğu evin sahibi yaşlı adam uyuşturucu bağımlısıdır, tuhaf işler çeviriyor ve tuhaf adamlarla Sebastian’ın anlamadığı konulardan bahsediyodur. Çatı onarımı sırasında evde neler döndüğünü anlamaya çalışır fakat pek de bir şey anlamaz. Tek anladığı bir zarfın gelecek ve bu zarfın adama para kazandıracak olmasıdır. İlerleyen zamanda ev sahibini küvette ölü olarak bulurlar.
Sebastian bu durumdan faydalanarak tesadüf eseri eline geçen zarftaki direktiflere uyarak bir yolculuğa çıkar.
Bu yolculuğun sonunda vardığı yerde artık o numara 13’tür ve gerçekten kötü bir belanın içerisinde yer alır. Kendi ayaklarıyla vardığı bu yerde zorla kötü bir oyuna dahil edilir.  Garip tutkuları olan, zengin aynı zamanda da sadist diyebileceğimiz onlarca adam, Rus ruleti için içlerinden seçtikleri biri üzerine bahse girerler.  Bu oyun çok iyi paraların döndüğü zengin işi bir tutku, bir heyecandır.  Karakterimiz tam da bu ortamda kurbanlardan birisi olmuştur, büyük talihsizlik ama 13 sayısı  ona uğursuzluk mu yoksa şans mı getirecek, izleyip görmek lazım.
- Spoiler bitti

Filmde kumarın vahimliği; dozu artırıldığında insanı nasıl büyük bir canavara çevirebileceği konusu işlenirken diğer insanlara verilen zararın da en yüksek hazlardan biri olduğu açıkça vurgulanıyor.
Çekimlerin siyah- beyaz oluşu konunun dramatikliğini desteklemiş. Film yavaş aksa da heyecan her ilerleyen dakikada artış gösteriyor.
Bir de 2010’da filmin Amerikan versiyonu yapılmış, henüz izlemedim açıkçası, izlediğimde çok fazla etkileneceğimi de düşünmüyorum. Bence siz de 13 Tzameti’ yi izlemeden Amerikan versiyonunu izlemeyin.

http://www.imdb.com/title/tt0475169/