Sayfalar

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Angst (1983)




Not: İyi 'Kötü Film' sitesinde yayınlanmış yazım. http://iyikotufilm.com/ 

Angst, Gerald Kargl tarafından yazılıp yönetilmiş, senaryosu ise Zbigniew Rybczynski’e ait bir Avusturya filmi. Başrolde gördüğümüz psikopat karakterini Erwin Leder canlandırıyor.
Hikaye, adını bilmediğimiz bir psikopat katilin büyük ölçüde haz aldığı cinayet tutkusunu anlatıyor. Film sadece bir seri katilin hapishaneden çıktığı ilk gün işlediği cinayetleri ve yakalanıncaya kadar sürdürdüğü ertesi gününden ibaret. Hikayeyi daha doğrusu şahit olduğumuz sahnelerin anlatımını bizzat katilin ağzından dinliyoruz, aynı zamanda olup biten olaylar hakkında başka kişilerin duyguları veya yorumlarına şahit olamayıp sadece olan biteni izlediğimizle kalıyoruz.
Film bir tutuklunun hapishanede geçirdiği son saatlerinin görüntüsüyle başlıyor. Çıktıktan sonra ne yapması ve nereye gitmesi gerektiğini bilemiyor, herhangi bir taksiye biniyor ve ilk cinayet girişimini orada gerçekleştiriyor. Biz de katilin ne denli hasta olduğunu veya çok kötü bir geçmişe sahip olduğunu monoloğundan anlıyoruz. Gidecek bir yeri yok sadece çocukluk travmalarının suçlularını bulup öldürme hissi ve bunun sonsuz hazzını tüm bedeni ve ruhuyla hissetme duygusu var. Ancak psikopat çok heyecanlı, aklı fazlasıyla dağınık. Cinayet amaçlı girdiği evde yaşadığı psikolojiden anlaşıldığı gibi; Psikopat’ın cinsel tutkusu işlemek istediği cinayetlerle özdeşleşmiş, bundan dolayı işe kalkışmadan önce oldukça heyecanlanıyor ve kontrolünü bir müddet kaybediyor. Sonrasında her yer kan revan ve hazdan mutlu bir katil. Tabi bu hazzı sürekli yenilemesi gerekli. Yakalanıncaya kadar tabi.
Kamera şovları filmin ilk saniyelerinden itibaren başlıyor ve filmin son anlarına kadar devam ediyor. Yönetmen çok başarılı açılardan olayları yakalayıp filme daha da bir heyecan katmış. Bir ara kendinizi oralarda bir yerlerde olayları izliyor gibi hissedebilirsiniz. Psikopatı canlandıran Erwin Leder tam bir karakter oyuncusu, tüyler ürpertici mimikler ve performansıyla filme gerçekçi bir hava katmış. Onun sadece birkaç cinayetini ve aklından geçen cinayet planlarını duyuyoruz ama yüzüne, gözlerine bakınca hapishane yıllarının öncesinde de kendisini görebiliyoruz.
Angst, insanların çok küçük yaşlarda yaşadığı şiddet ve seks travmalarının, ileriki yaşamına nasıl da büyük ölçüde yansıdığının en iyi örneklerinden biri ve maksimum 80 dakikalık bir filme bu durum büyük bir netlikle yansıtılmış. Psikopata göre cinayet işlemek oldukça doğal ve gurur duyulacak bir davranış, son sahnelerde üç cesedi yanına almak istemesi ve daha sonra öldüreceği kişilere onları gösterip yaşayacakları ve suratlarında belirecek dehşet ifadesini düşünmek bile onu mutlu ediyor. Sadizm onun büyük hazzı, istediği her hangi birini bu oyuna dahil eder ve geçmişinden birilerinin yerine koyarak kolaylıkla onları öldürebilir.
Angst, en iyi katliam filmlerinden biri. Oldukça rahatsız edici ve karanlık bir yapıya sahip ayrıca gerçekçi bir film. Böylesi iyi iş çıkarmış yapımcılar, yönetmen ve senaristin bir daha bunun gibi bir iş çıkarmamaları bu filmin üstüne diyeceğimiz bir şey yok der gibi.


27 Mayıs 2012 Pazar

Don't Torture a Duckling (1972)



Not: İyi 'Kötü Film' sitesinde yayınlanmış yazım. http://iyikotufilm.com/

Don’t Torture a Duckling, gore’un usta ismi Lucio Fulci’nin yönetmenliğini yaptığı, başrollerinde Florinda Bolkan, Barbara Bouchet, Tomas Milian gibi karakteristik yüzlerin yer aldığı 1972 yapımı bir film. Film aslında yönetmen açısından bir önem taşıyor, çünkü Fulci’nin ilk şiddet efekti içeren sahneleri bu filmle başlıyor ve devamı diğer filmleriyle geliyor.
Hikaye İtalya’nın güneyinde, insanların ritüelleriyle yaşadığı küçük bir kasabada geçiyor. Fakat kasaba çocuklarının başı derttedir. En tanınanlarından üçü seri şekilde öldürülür. Birçok şüpheli vardır; çocukların ‘Big Baby’ diye alay ettikleri röntgenci Giuseppe veya voodoo büyüsü ile haşır neşir Francesco, bir de ilk sahnede kanlı ellerle gördüğümüz kadın Maciara var. Maciara, ölü çocuk doğurmuş ve akli dengesini bu nedenle kaybetmiştir. Maciara ölen üç çocuğun kilden vodoo bebeklerini yapmıştır ve en fazla şüpheyi o çekmiştir. Aslında bir de arsız, kendini reşit olmayan bir çocuğa izleten, şehir kızı Patriza var işin içinde. Acaba hangisi katil? Hepsi sorgulanır fakat sanılanın aksine hiç biri suçlu değildir. Bu trajik ve şiddet dolu hikayenin asıl suçlusu en güvenilen adam mıdır yoksa? Bu sorunun cevabını Fulci sağ gösterip sol vurarak veriyor. Herkes aklı başı yerinde olmayan sosyal anlamda dışlanmış karakterlerden şüphelenir. Bu durum her daim güncel olan bir sorundur. Yönetmen bu durumu vurgulayarak aslında toplumsal bir mesaj da gönderiyor.
Don’t Torture a Duckling seri katil cinayetlerini barındıran bir film; fakat öldürülenler ne seksi kadınlar ne de katilin işine burnunu sokan adamlar. Bu kez çocuklar öldürülüyor ve başladığı andan itibaren bizi suçlu arama cümbüşüne ortak ediyor. Film boyunca, şüpheli birçok çılgın insan karşımıza çıkıyor. Film kurgularına yerleştirilmiş ve çocukların yakınlarında aniden beliren karakterler iyice kafa karıştırıyor. Film İtalya’da küçük bir kasabada geçiyor ve katilin hedefi çocuklar; dolayısıyla çekimler genellikle çocukların oynadığı açık alanlarda geçiyor. Kamera açıları oldukça şık fakat yönetmen zoomları gereğinden fazla kullanmış. Bu durum zaman zaman filme ucuz bir hava katıyor. Yönetmenin kapalı mekanların ihtişamından yararlanamayacak olması dezavantaj fakat kasabanın dış mekanlarında bulunan mağara türü alanlar korku havasına oldukça destek veriyor. Film devam ederken bizim de şüphelenmiş olduğumuz karakterler bir bir gözaltına alınıyor ve onlar sorgulanırken yaşananlar gerilimi arttırıyor; Maciara’nın kriz sahnesi gibi. Ayrıca yine Maciara’nın zincirlerle parçalanıp, canice linç edildiği unutulmaz sahne (tabi bu esnada zincirin ete vuruşu ve deriyi parçalama anlarını gördüğümüz gibi seslerini de işitiyoruz. Müziğin değişimi ise olayın ne kadar vahim olduğunu anlatır cinsten) çocuk cinayetlerinin yanı sıra filme değişik bir heyecan katıp film boyunca temponun düşmemesine yardımcı oluyor. Ayrıca gaddarlığın çılgın kişilikle bir alakasının olmadığının sinyallerini bu zavallı kadını cezalandırmayı görev biçmiş kasaba sakinleri ile veriyor.
Ahlaki kavramların tabu haline geldiğini ironik olarak sergileyen bir film Don’t Torture a Duckling. Bir grup kişisel bozuklukları olan insanların sırayla şüphe uyandırması şeklinde kurgulanan film, Fulci’nin diğer filmleri gibi vahşi ve rahatsız edicidir ama kariyerinin en önemli adımlarından olma özelliği taşır.




14 Mayıs 2012 Pazartesi

Opera (1987)



Not: İyi 'Kötü Film' sitesinde yayınlanmış yazım. http://iyikotufilm.com/

Amerika’da “Terror at the Opera” ismiyle vizyona giren film, 1987 yılında Dario Argento tarafından yazılıp, yönetilmiş bir İtalyan giallo filmi. Başrolleri Cristina Marsillach, Urbano Barberini ve Ian Charleson paylaşıyor.
Film Argento’ya ticari anlamda oldukça getiri sağlamıştır. Zaten filmi de izlediğimiz zaman sinemasal değerini bir kenara bırakıp, “sex-murder” açısından bakılacak olunursa, ticari bir kaygısının olduğunu fark etmememiz mümkün değil. Filmdeki cinayet sahneleri yine filmin genelinde olduğu gibi oldukça başarılı. Filmin türüne yakışır abartılı kamera açıları ve yine abartılı dekorlardan kaçınmamıştır. Şiddet ve müziğin mükemmel uyumu da gözden kaçmıyor ve film boyunca İtalya’nın Rönesans ruhuna yakışır, bir birinden güzel klasik eserleri dinlerken, araya katilin ruhunu yansıtan ve bizi daha da bir telaşa sokan rock soundları girdiğinde tadından yenilmez bir hal alıyor. Opera salonundaki kuşların gözünden çekilmiş sahneler kamera hareketlerinin bir kuş gibi oradan oraya yalpalanması oldukça baş döndürücü, “bu gerilim bitsin de haydi artık odaklansın” diye umutla beklenilebilir. Ayrıca Argento, ilham kaynağı Hitchcock’un röntgenci sinema ruhuna saygı duruşunda bulunmaktan geri kalmamış.
Bir parça da filmin konusuna değinelim. 17 yaşındaki Betty, Verdi’nin Macbeth’indeki (İtalyan besteci Verdi’nin, Shakspeare’in Macbeth’ini temel alarak bestelediği 4 perdelik opera eseri) başrol oyuncusunun ayağını sakatlaması ile bu rolü alma şansı yakalar. Aslında bu kariyeri açısından büyük bir şanstır fakat Betty’e göre Macbeth kötü şans getiren bir eserdir ve eline geçen bu fırsatı bir parça isteksizlikle kabul eder. Çocukluğundan beri hayalle kabus arası gördüğü ama maskeli yüzünü hiç göremediği psikopatın hedefi haline gelir. Fakat Betty bunu bilmiyordur. Yavaş yavaş çevresindeki insanlar ölmeye başlar. Psikopat katil, cinayetleri esnasında Betty’i bağlar ve göz kapaklarına iğnelerle kaplı birer bant yerleştirir. Betty’nin çığlıkları ve korkularına şahit oluruz o esnada fakat kurtulduğu zamanlarda oldukça soğukkanlıdır. Belki de sürekli gördüğü rüyası sayesinde. Final opera performansından sonra katil ortaya çıkar, tabi burada katili teşhis edenler de çok önemli. Nihayetinde Betty gördüğü rüya ile ilgili geçmişiyle bir yüzleşme yaşar.
Filmde Macbeth’in uğursuzluğundan söz edilmiştir ki filmin çekim esnasında da birçok kaza ve teknik aksaklıklar yaşanmıştır. Hatta Argento’nun babası film henüz çekim aşamasındayken hayatını kaybetmiştir. Macbeth içeren bir oyun sahneleme, film çekme ya da oyuncu olma gibi bir planınız varsa bir kez daha düşünün derim. Şaka bir yana, sonunda hüsrana uğratsa da daha önce de bahsettiğim gibi, geniş kamera açıları ve film boyunca kullanılan müziklerle beslenmiş iyi bir film, “katil kim?” oyununa katılmak ve bir Dario Argento şölenine katılmak için izlenmeye değer.


6 Mayıs 2012 Pazar

IZO (2004)



Not: Korku Sitesi'nde yayınlanan yazım. http://korkusitesi.com/

Izo, bir Takashi Miike filmi. Miike, Hideo Gosha’nın ”Hitokiri (1969)”sinin ana karakteri tek bildiği öldürmek olan tetikçi Samuray Izo Okada’ya yeniden hayat vermiştir; zorbaların kullanıp attığı bu adam kendisine verilen yeni hayatta hesap sormak için var olacaktır. Başrollerde Kazuya Nakayama, sürpriz oyuncu Bob Sapp, Ryuhei Matsuda, Kaori Momi, ve ayrıca ünlü yönetmen/oyuncu Takeshi Kitano’yu da görüyoruz. Senaryo Sginegori Takechi’ye ait. Filmi belirli bir kategoriye yerleştirmek imkansız; aksiyon, savaş, thriller, bilim-kurgu ve bir çok türü içinde barındırıyor. Hikaye Japonya’da geçiyor ve işin ucunda iyi bir yönetmen var dolayısıyla beklentimiz büyük oluyor. Miike bu filminde de bolca gerilim teması ve kan kullanmıştır ama her zaman yaptığının aksine estetik kaygılardan uzak kalmıştır. Bunu da birbirinden bağımsız birçok filmi olmasına değil de vermek istedikleri mesajın hiçbir sanatsal kaygının altında kaybolmasını istemediği gerekçesine bağlayabiliriz. Film oldukça uzun; bitmek tükenmek bilmez aksiyonun yanı sıra uzun ve anlamlı diyaloglar da içeriyor. ‘Izo’ başından sonuna kadar çeşitli göndermelerin yapıldığı güçlü eleştirel bir alt yapıya sahip. Film boyunca göndermelerin ardı arkası kesilmiyor; Japon ordusu, feodal sistem, eğitim sistemi, hükümet, din, evlilik ve annenin sahiplenme güdüsüne varıncaya kadar insanla alakalı ne varsa eleştiriyor ve bunların insanlar tarafından uydurulup geliştirilmiş birer saçmalık oldukları vurgulanıyor.
Izo, 19. yüzyıl Japonyası’nda Izo Okada isimli bir samurayın çarmıha gerilip canice öldürülmesi ve günümüz dünyasında yeniden doğuşuyla başlıyor. Izo intikam için yeniden var olur. Artık ”Sistemden kopmuş, nadiren görülen isyancı bir ruh”tur. İsyanı ise insanlığa ve insani tüm duygularadır. İçinde insan olan tüm kokuşmuşluğu yok etmek, parçalamak, doğramak ve gücü yetinceye kadar herkesi öldürmek için programlanmış bir yaratıktır adeta. Izo’nun ulaşmak istediği bir hedef var ve o hedefe varıncaya kadar önüne çıkan her insanı öldürüyor, tabi insanlar hemen ona karşı bir ayaklanma başlatıyorlar, Izo soyut bir varlık olduğu için ölmüyor ama yara alabiliyor. Izo’nun kalbi annesinin bedenini iki parçaya ayırabilecek kadar sert. Film boyunca yakuzalardan askerlere, din adamlarından çocuklara herkesi öldürüyor, koşuyor ve bu esnada sürekli boyut değiştiriyor. (Bir ara ‘’Amok Koşucusu’’ gibi patlayacak diye korkmuşluğum var.) Film boyu koşuşturma ve ölümün yanı sıra sistemsel, ruhani ve duygusal anlamda sorgulamalar var. Mesela yine boyut değiştirdiği esnada ders işlenen bir sınıfa düşer. Sınıfta hoca çocuklara sorular sorar;
İlk soru: ”Aşk nedir?”
Çocuğun cevabı: ”Bir kelime, anlamı temel gerçekliği ile örtüşmeyen, bazen de bir sesin tınısıdır.”
İkinci soru: ”Demokrasi nedir?”
Çocuğun cevabı: ”İnsan medeniyetinin ürünü olan bir illüzyondur, insan medeniyeti tam olarak evrimleşmemiştir.”
Üçüncü soru: ”Ulus nedir?”
Çocuğun cevabı: ”İnsan beyninde olan saçma bir aldatmacadır. İnsanları hayvan sürüleri gibi bir araya toplayıp gütmek için yaratılmış, hayali bir fikirdir. Bir tarafın kurban olması gerektiği temel kurmacadır.”
Şeklinde diyaloglar geçer ve öğretmene göre çocukların cevapları doğrudur. Filmde bunun gibi bir çok sert ve net replikler bulunuyor.
Filmin müzikleri acid-folk tarzın müzisyeni Kazuki Tomokawa’ya ait, kendisini film esnasında sürekli araya giren gitarlı adam olarak görüyoruz, şarkılarını çıplak sesle ve isyankar bir tavırla söylüyor, bu sahneler gayet uzun tutulmuş, bu bir miktar stres yaratabilir.
Sonuç olarak, Izo yaşama hakkı kazandıktan sonra zamanında kendisine insanlığını kaybettirmiş tüm herkesle savaşır, önüne çıkan eski patronlarını, düşmanlarını herkesi kılıcıyla doğrar. Kadın-erkek ilişkisini hayvani içgüdü olarak nitelendirir, ailenin toplumsal bir güdü olduğunu vurgular. Din-i sorgular, sorularına cevap ve bir kanıt bekler ama isteklerine cevap alamaz, önüne çıkan takım elbiseli insanlar vampire dönüşür bu kapitalizme göndermedir, filmin sonunda ‘’Yöneticilerin Kalesi’nde’’ gördüğümüz asker zombiler ise militarizme göndermedir.
Film Miike takipçileri tarafından çok beğenilse de birçok kitle tarafından olumsuz yönde eleştirilmiş, sıkıcı bulunmuştur. Aslında film uzun olmasına rağmen oldukça akıcı muhakkak izlenmeli derim.