Sayfalar

16 Temmuz 2013 Salı

Çivisi Çıkmış Dünyanın Sevimsiz Küçük Papatyaları: Sedmikrasky (1966)



Öneri filmleri serisinde bu kez tavsiye edeceğim film “Sedmikrasy” nam-ı diğer “Küçük Papatyalar”. İlginçtir ki geçtiğimiz sene çekilmiş kadar güncel ve bir o kadar da özgün bir yapım.
Çekoslovakya’nın ilk feminist yönetmeni Vera Chytilova tarafından yazılıp yönetilen Sedmikrasy, “Çek Yeni Dalgası” filmleri arasında en önemli filmlerden olma özelliğini taşıyor. Ayrıca gerek çekimleri gerekse anarşist öğeler içeren senaryosu ile avangard bir yapıya da hakim.
Filmde her iki ana karakterin ismi de Marie, bu iki rahatsız edici karakteri canlandıran oyuncular ise Ivana Karbanova ve Jitka Cerhova.
1960′ların ortası ve hayatta kötüye giden bir şeyler var. Belki herkes fark ediyor ama yaşamaya değer güzel kokulu atmosferde bir yerlerde asılı kalmış bok çuvalını kimse yerinden oynatmak istemiyor. Hep askıda sallanıyor.
Yine o zamanlarda henüz askıdakiler kokuşmamışken onu bir çomakla karıştırmaya yeltenenler arasında on yedi yaşında iki kız görüyoruz. Biraz olsun karıştırıp insanların rahatlarını bozmakta fayda görüyorlar, en azından suratlarına sıçrayıncaya kadar.
Film, bir evin verandasında bikinileri ile oturan iki genç kızın görüntüleri ile başlıyor. İlk dakikalardan itibaren rahatsız edici sesler çıkarmaya başlıyorlar ve ilk diyaloglarla filmin alt yapısı oluşmaya başlıyor bile. Olay, dünyanın git gide kötü bir hal alması karşısında iki genç kızın da buna paralel bir tavır takınma planları ve çok geçmeden harekete geçirme çabalarıyla başlıyor.
Film, yer yer gerçeküstü bir hal alıp bazen de gerçekçi tavırlarla bizi net bir şekilde sorguluyor. Güzel, bir o kadar da yaramaz Marie ikilisi, erkekleri, eğlence hayatını, tüketim toplumunu, ikili ilişkileri film boyunca sorgular ve kişileri rahatsız ederler.
// Spoiler
İki küçük papatya, çiçek gücü darbeleriyle insanlara hak ettikleri cevabı verir; yaşlı adamlarla buluşup onlara çok fazla yemek ısmarlatıp sonra da olması gerektiği gibi kendi yollarına giderler. Adamlar ise trene binip hayal kırıklığı içerisinde yollarına yalnız devam ederler.
Kendilerine aşık adamların numaralarını gelişi güzel kaydederler, aşıklarından gelen övgü ve aşk dolu telefonları erkeksi bir avamlıkla, en az kendini beğenmiş çapkın bir erkek edasıyla dinlerler ve çoğu numaranın hangi adama ait olduğunu hatırlayamazlar. Bu durum erkek egemen dünyadan rol çalmak olabilir.
İki kadının ismi de Marie, bu durum da sadece dişiliği belirleyen özel bir ad olabilir. Mary 1 ve Mary 2′i kadınlar olarak görmek yanlış olmaz sanırım.
Çılgınca yemek yerler, hatta bu dergilerden kestikleri yemekler bile olabilir.
Anlamsız ve sıkıcı eğlencelerde ortalığı kırıp dökebilirler.
Belki onlarca kişinin doyabileceği ama taş çatlasın on kişilik davet masasındaki bütün yiyeceklerin bir kısmını yiyip bir kısmını ise ziyan edebilirler.
N’oluyor? Yoksa yavaş yavaş eleştirdikleri kişiliklere mi dönüşüyorlar onlar da? İşte tam da bu noktada akılları başlarına gelir.
Çok fazla kötülük yaptıkları için cezalandırılma riski yaşarlar.
İyi olacaklarına söz verip en son çılgınca dağıttıkları banket sofrasını toplamaya başlarlar. İşe kırık tabaklardan başlanır. En son tamamen topladıklarını düşünüp masanın üstüne uzanırlar.
Ama düzeltememişlerdir, kırılan tabak ya da bozulan yemek tekrar eski haline gelemez, onlar da yalan söylemiş ve çivisi çıkmış bu dünyanın birer parçası olmuşlardır.
Bombalar ve patlamalarla başlayan film, yine aynı şekilde büyük patlamalarla biter.
// Spoiler bitti
Filme büyük ölçüde anarşizm hakim olsa da, nihilizm ve sosyal norm ve kurallara aykırılığı açısından dadaizm etkileri de görülebilir.
Filmin çekimleri, özellikle değişen renk filtreleri oldukça çarpıcı; siyah-beyaz, kırmızı, mavi, turuncu gibi değişen renklerdeki çekimler, filmin avangard yapısını estetik biçimde desteklemiş, ayrıca başından sonuna screenshot olarak her bir kareyi kaydedecek olsak birbirinden şahane fotoğraflar yakalamak kaçınılmaz.
Filme anlatım açısından, kişilerle birlikte gerek davranışları gerekse çıkardıkları seslerle özellikle erkek izleyicileri rahatsız etmeye daha yakın bir tarz hakim.
Filmin feminist tavrını belirleyen en büyük hareketlerden, adamların paralarını harcayıp onların beklentilerini karşılamadan kaçmak haricinde başka örnekler de var. Mesela dağınıklık; odalarını toplamak yerine her geçen gün daha fazla dağıtıyorlar. Alışılagelmişin tam tersine her şeyi kesip parçalayıp, ateşe veriyorlar. Sonra yediklerine ve içtiklerine asla dikkat etmiyorlar. Burada da kadınların rejim yapmalarına bariz göndermeler var. Kılık kıyafet yönünden her zaman düzgün ve modernler, istedikleri kadar çılgınlıklar yapıp yiyip içiyorlar hatta hızlarına yetişmek biraz yorucu. Buna rağmen daima karizmatik ve güzeller; zedelenme, yorulma ve tavırlarından ödün verme yok. Tabii bir yere kadar.
Ziyafet sofrasında yapılan israf nedeniyle Chytilova büyük bir tepki almış. Film ilk gösterime gireceği zaman yasaklanmış ve ancak çekildikten 1 yıl sonra gösterime girebilmiş.
Vera Chytilova bu filmle çok fazla eleştiri alsa da kariyeri açısından çok büyük başarılar da yakalar. Ruslar’ın Çekoslovakya’yı işgaline kadar bir film daha çeker, 75′e kadar film yapması yasaklanır,  ardından Çek Cumhurbaşkanı Gustav Husak’a yazdığı bir mektupla tekrar film çekilmesine izin verilir.
Not: Aslında filmin sonuna çok daha başka bir anlam yüklemiştim. Birdenbire korkup iyi tavır takınacaklarına söz verip anında uygulamaya kalkmalarını filmin yapısına ters bulmuştum. Bana göre kötü dünyada kötülere hak ettikleri gibi davranıp hadlerini bildirmek, onları en az kötüler kadar dokunulmaz ve güçlü yapıyordu. Kadınların gücü bilmem kaç çıta yükselmişti. Sonra bu iyilik de ters tepmişti ve iyi olmaya karar veren Marie ikilisi erdemle tokatlanmışlardı. Fakat bir daha izleyince kötülüğün asla kazanamadığını, içi kötü insanların da hak ettikleri sonu bulacaklarını anladım. Kırılan şeylerin düzelememesi klişesi. 


Buradan bir ”Ariel Pink” Geçti: 06 Aralık 2012, İstanbul Babylon Konseri


Bu sene Babylon, güzel konser haberleriyle önce heyecandan titretip sonra kapısına sürükledi çoğumuzu.
Bu kez bizi mekana doğru dalgalandıracak isim, Lo-Fi müziğin en şirin arızası Ariel Pink ve tayfası Haunted Grifitti olacaktı. Haberini alır almaz beklemeye koyulduk. Bu ilk gelişi olmayacaktı; daha önce Mısır Apartmanı’nda bir mekanda ücretsiz bir etkinlikte yer almış. Tabii o zamanlar şu anki kitlesi yerinde yeller esiyormuş.
2010 yılında yayınladıkları albümleri “Before Today” ile hatrı sayılır bir kitleye hitap etmeye başladılar. Ardından gelen bu senenin en iyi albümlerinden “Mature Themes” ile yine güzel bir başarı yakalayıp albüm turnesine başladılar ve turne kapsamı dahilinde Türkiye’ye de uğradılar. Bu kez kaçırılamazdı
06 Aralık geldi çattı ve mekana doğru süzüldük. Kapı önü ve mekan buram buram naftalin kokar diye düşünmüştüm fakat moderne daha yakın tarz hakimdi. Tatlı bir harmoni içerisinde biralar yudumlandı.
Mekan kalabalıktı, warm-up bitimi mekan hepten kalabalıklaşmaya başladı, bir ara sığmayacağız diye kortum. Muhteşem bir atmosfer ve çok iyi bir kalabalık vardı. Bir ara nefes alamayacağım derken konser başladı. Daha önce okuduğum bir konser yorumlamasında grubun Amerika konserinde vokal soundlarıyla alakalı problem yaşandığı yazıyordu. Açıkçası gruptan çok fazla beklentim vardı ve bunun bozulması, o gece benin için hayal kırıklığı olabilirdi ki, olmadı evet, olmadı harika bir konserdi. Hepimiz deliydik ve her şey çok normal ve çok güzeldi.
Bir nevi albüm tanıtım konseri olduğu için yeni albümleri Mature Themes odaklı bir setlisleri vardı.
Şimdi Pink’in ilk sahneye çıkışından başlayalım, hopp sarışın adam sahneye çıktı -bu arada en merak ettiğim şeylerden birisi de Ariel Pink’in saç kesimi ve rengiydi- her zamakinden daha kısa ve sarı saçlarla bir Pink fırladı sahneye, açılışı “Kinski Assassin” ile yaptılar ve bundan daha doğru bir seçim olamazdı. Hepimiz gülümsedik, sağa sola dönerek danslar ettik, o tıklım tıkış alanda.
Derken diğer şarkı çıka geldi. Yine aynı yumuşaklık ve samimiyetteki “Pink Slime” ile ortam iyice sıcak bir hal almıştı. Şarkıların bitiminde güzel bir alkış kıyameti kopuyordu. Pink çok çok şeker bir halde şarkılarını söylerken alkıştan rahatsız olup seyirciyi susturmaya kalkıyordu. ‘Bi susun da çalalım be!’’ gibilerinden.
Sıradaki parça “Is This The Best Spot?”tu. Pink’in halleri Robet Smith’i hatırlatmadı değil, hatta ruj dahil hafif te bir makyaj yapmıştı. Abartmamış olmasına sevinenlerdenim. Şimdi Robert Smith dedim de yanlış anlamayın, o kadar mütevazi ve hoşgörü sahibi değil, duruş olarak benzettim. Biliyoruz çünkü Ariel Pink deli, her an her şeyi yapabilir konser biterse direkt gidebilir gibi.
Beşinci şarkıya geçerken sound birden yükseldi ve yine son albümde yer alan oldukça ağır parça “Nostradamus and me” çıkageldi ki bu şarkıyı çok güzel bir yere sıkıştırmışlar. Önce çilek yedik,  şimdi greyfurtun o meyhoş tadıyla devam ediyoruz gibisinden. Bu arada Pink mikrofonu yiyor, çok çok karizmatik bas gitarist Tim Koh ise diğer mikrofonla efektleri veriyordu. Ses iyiden iyiye yükselmişti ve mekan biraz da olsun boşalmıştı. Bu parçadan sonra en ön saflarda yerimi alabildim, evet alan biraz olsun boşalmıştı bu zor parçayla. Bu durum bana gerçek üstü tarzında bir filme heyecanla gelip en güzel yeri kapan ve filmin ilk on beş dakikasından sonra patır patır dağılan kimseleri hatırlattı. Şarkı takriben 7-8 dakika sürdü, belki de daha da uzattılar, zamanı hatırlamak ve takip etmek gerçekten zordu.
Altıncı parça, 2004’de yayınladıkları albüm The Doldrums’tan “Among Dreams”ti. Ortam biraz daha ağırlaştı grup seyirciye daha da yakınlaştı, Pink bir ara mikrofonunu uzattı, en öndeki arkadaşlar eşlik ettiler.  Gerçi şarkı geçişlerinde Pink fazla bağıran birine ‘’Fuck you’’ deyip sonra en tatlı haliyle durumu gülümseyerek toparladı.
Sonrasında yine aynı albümden “StrangeFires” ile devam ettiler.
Lover Boy albümünden “She’s My Girl” vardı sırada. Duygusal çılgın adam şişeden şampanyasını yudumlayıp söyledi şarkısını.
Klavyeci bazen gitaristti, Pink bazen davulcu, davulcu bazen solist, basçı ise efektin en önemli yardımcısıydı. Pink’in mikrofonunda sağlam efekt vardı, kontrolü sağlamasına hayran kadım ki nefis bir çorba kıvamındaki jarnların birleşimiyle yarattığı müzik stiline nasıl uyum sağlıyorsa öyle dedim içimden. O hışırtılar, eski derin sesleri albümlerinde olduğu gibi konser boyunca yaşattılar.
Son albüme ani bir dönüşle “Mature Themes” çaldı (nefis parça), ardından gelen “Only In My Dreams” ile ortam şenlendi adeta.
On ikinci şarkı “Driftwood”, ardından gelen ise “EarlyBirds of Babylon”du.
…ve beklenen an gelir, yüzümüzde güller açar, hepimiz zıplarız, bir önceki albüm Before Today’den “Round and Round” gelir, hepimiz ağlar şu lirikleri zikrederiz: ‘”You play airguitars for fan/ and i’ll play the eardrums in the band/ and i’ll back you up as your frontman’’
Strobe ışıkları, distortion, klavye, Ariel’den davul şov derken “SchnitzelBoogie” biter ve kaçarlar. Biz bırakmayız, geri dönerler, “Symphony Of The Nymph” ve Underground’tan “Crusades” ile konser son bulur.
Şunu söylemeliyim ki konserin başlarından itibaren ambient takılmacayı sürdürseydi mekanda gözle görülebilir bir boşluk olurdu ki sadece bir parçayla geçiştirdiler. Adamın olayı o aslında ancak biraz daha yumuşatılmış bir Ariel Pink şov izledik. Tam anlamıyla inandığı şekilde sergileyeceği bir performans izlemeyi yeğlerdim ama bununla da mutlu oldum açıkçası.
After party’de grup elemanları fanlarla muhabbetten çekinmedi, güzel bir dost meclisi yaratıldı resmen. Kapıda muhabbet ettik, fotoğraf çektirdik, sarıldık, sonra şeker gibi adam yine bir an parladı ”Üç sene önce nerdeydiniz?’’ dedi. Biz geç keşfettik fakat 2009’daki konserine gelmiş takipçileri de vardı ortamda. Yaşlarına ve müzikal geçmişlerine bakacak olursak pek de geç sayılmayız. Sadece o biraz hızlı ve çılgın bir dahi bana göre.
Ariel Pink konser boyunca kafasına şampanya şişesi dikti, yukarıda da bahsetmiştim. Bir arkadaşa konseri anlatırken “Konser şahaneydi ya! Şişeden şampanya içmek gibiydi” demiştim. Yine söylüyorum ağır bir şişeden tatlı, meyhoş, asitli bir şeyler içtim, huzurluyum.