Sayfalar

29 Ocak 2012 Pazar

Irina Palm (2007)




Irina Palm, Sam Garbarski tarafından yönetilmiş, baş rollerini bir zamanların gönül yakan rock prensesi  Marianne Faithfull ve Underground filminden tanıdığımız Miki Manojlovic’in paylaştığı bağımsız bir yapım. Rock prensesini bu kez ton ton bir büyük anne rolünde görüyoruz.

-----spoiler------

Küçük torunun tedavisi için çok para gereklidir, ve durumları pek de iyi olmayan ailesi bu tedaviyi karşılamak için yeterli bütçeye sahip değildirler, büyük anne Maggie’nin durumu da aynıdır. Maggie bu duruma katlanamaz ve iş aramaya başlar, 50 yaşındaki dul kadının iş deneyimi yoktur ve hiçbir yerde iş bulamaz. Daha sonra sex shopta bir afiş görür ve son çaresi olan bu iş için görüşmeye gider fakat yapacağı iş sıradışıdır. Erkeklere hizmet verilen bir mekanda, sadece kolunu kullanacağı bir iştir bu ve Maggie çoktan bu işi kabul etmiştir bile. Yalnızca kolunun görüneceği ve koluyla çalışacağı bu işi tüm çevresinden saklar ve zamanla çok tutulur, artık o Irina Palm’dır.
----spoiler--------

Sade bir bağımsız yapım, oldukça akıcı ve estetik kaygılardan uzak bir trajikomik film izliyoruz, aslında başlı başına dram fakat izleyiciyi güldürebilecek bazı durumlar var. (yanımda oturan adam kahkalarıyla salonu inletmişti bu da bir kanıt sanırım), ‘’penis/tenis kolu’’ gibi. Fedakar büyük annenin sıradışı hikayesi, para bulmak zorunda kalma klişesini yıkıyor. Oyunculukların da iyi olduğu başarılı bir film. 



25 Ocak 2012 Çarşamba

Memories of Matsuko (2006)




Memories of Matsuko, 2006 yılında Tetsuya Nakashima tarafından yazılıp yönetilmiş bir Japon filmi. Seneryonun konusu Muneki Yamada tarafından yazılımış bir romana dayanıyor.
Film trajikomik denilecek bir yapıya sahip ama ana hatları ve elde edilen sonuca bakılacak olursa direkt dramatik bir film, başlar başlamaz rengarenk mekanlar, insanlar, şarkılar, çiçekler böcekler, ani efektler insanı tedirgin ediyor, canlı renkler, uçuşan çiçek-böceklere şaşırmıştım aslında pek de tanıdığım bir yönetmen değildi daha önce Confession isimli filmini izlemiştim ki, muhteşem çekimlerin olduğu yine efekli bir filmdi fakat inanılmaz farklı bir havası vardı. Her iki film de çok başarılı tabi.
Rengarenk mekanlar ve kıyafetler filmi izledikçe zevk vermeye başlıyor, Matsuko’nun anılarını geniş bir hikaye yelpazesi ile izliyoruz. Aşkı arayan dürüst bir kadın; ana fikir klişe olsa da bize sunuluşu sıra dışı, akıcı ve çoğu Asyalı film gibi estetik; kadınlar güzel ve tutkulu adamlar çekici ve vahşi vs.
Filmin konusundan bahsetmek gerekirse isminden de anlaşıldığı gibi Matsuko adındaki bir kadının hatıralarını, büyük oranda acı hikayelerini                          izliyoruz.
Filmin ilk dakikalarında Sho’yu görüyoruz. Sho,yirmi yaşında ailesinin yanından ayrılıp yalnız yaşayan, aslından bir müzik grubu olan ama tembelliğinden dolayı hem müziği bırakan hem de bıkkın ve isteksiz hallerinden dolayı kız arkadaşını kaybeden, odasında oturup sadece yemek yiyen ve porno film izleyen bir gencin kısa özletle hayatının mahfolmakta olduğunu görüyoruz, ta ki bir gün babası elinde hiç tanımadığı Matsuko  halasının külleriyle odasına geldiği ana dek. Belki de halası gibi hatalar yapacakken bir şekilde hayatının akışı değişecek.
Babasından biraz bilgi aldıktan sonra Sho halasının yaşadığı yere ve en son yaşadığı eve gidiyor. Komşularından ve birkaç arkadaşından Matsuko’nun yaşamına dair büyük bilgiler alıyor. Müzik öğretmeni olan Matsuko dürüstlüğü ve aşka olan tutkusu yüzünden bir çok zorluk yaşıyor, çocukluğundan, orta yaşlı haline gelene kadar tüm hikayesini Sho ile birlikte keşfediyoruz. Yaşadığı aptalca aşkları da , öldürülmeyi de hak etmiyor. (Filmden ne kadar bahsedersem bahsedeyim konuyu izlemeden kavrayamazsınız o yüzden ‘’spoiler’’ diye belirtmiyorum.) Kötü şansı ve kötü seçimleri bir insanı ne hale sokabiliyor görüyoruz.
Yönetmen filmi pastel ve parlak renklerle süslemiş, müzikleri de oldukça hoş ve filmle tamamen bütünleşmiş. Baş rol, güzel Nakatani Miki’nin de emeği çok fazla çünkü harika bir performans sergiliyor. Özellikle ağız büküp, şaşı gözüyle babasını güldürmeye çalışması baya hoş ve işin esprili kısımlarından.
Aslında Ryu adındaki kişinin hayatına yön verdiği, çalkantılı bir geçmiş sahibi, öldürülmüş kadının, acıdan beslenmiş hikayesini izliyoruz.




17 Ocak 2012 Salı

Un Chien Andalou (1929)



Un Chien Andalou (Bir Endülüs Köpeği),  Luis Bunuel’in ilk filmdir, seneryosu yine Luis Bunuel ve Sürrealist Ressam Salvador Dali’ye aittir. 16 dakikalık, ilk sürrealist , deneysel ve sinema tarihini sonsuza kadar değiştirmiş bir filmdir. Birlikte böyle bir film yapma fikri ve ilhamı birbirlerine gördükleri rüyaları anlatmalarıyla başlamıştır ve bu rüyaları gerçeküstü bir seneryoya dönüştürmüşlerdir ayrıca filmin bir konusu yoktur. Filmin anlatımı rüya gibi akış gösterir , bir biriyle ilşkisi olmayan nesneler ve belirsiz bir zamandan oluşur. Çekimler Pariste gerçekleştirilmiştir. Filmin ana karakterleri Simone Mareuil ve Pierre Batchheff aynı zamanda Dali ve Bunuel’i ve bir çok oyuncu görürüz.
Film bir çok kez edebiyatçılar, film eleştirmenleri, felsefeciler vb. kişi tarafından çözümlenmeye ve verilen mesaj anlamaya çalışılmıştır ama yapılan yorumlar kesinlik kazanmamıştır. Dali film için: ‘’İstenmeyen rüyaların imitasyonu’’ demiştir. Bunuel ise: ''Psikolojik, kültürel, mantıksal açıklamalara imkan vermeyecek düşüncelerin ve görüntülerin sergilendiğini’’ söylemiştir.
Filmin en önemli sahnesi, bir bulutun ayı kesmesini örnek gösterdikleri, bir adamın bilediği ustura ile bir kadının gözünü ikiye ayırma sahnedir. Final sahnesi ise bütçe azlığı nedeniyle tam çekilememiştir. Filmin anlamsızlığını ve bir birnden kopuk sahnelerini düşünürsek bu da bir son sayılır.
Filme soundtrack 1960’da eklenmiştir, onun öncesinde kullanılmış olan müzikleri Bunuel gramafon ile çalmıştır. Müzikleri ise filme yaraşır ağırlıkta Richard Wagner’ın Liebestod’undan alınan ‘’Tristan und Isolde’’ ve iki Arjantin Tangosu.



13 Ocak 2012 Cuma

I Shot Andy Warhol (1996)



I Shot Andy Warhol, Andy Warhol’u öldürme girişiminde bulunan Valerie Solanas’ın bir dönem Andy ile olan sanat ilişkisi ve kendi yaşamından kısa bir bölümü anlatan gerçek bir hikayedir. Yönetmenliğini aynı zamandan yönetmenliklerini yapmış olduğu American Pyscho ve The Notorious Bettie Page filmlerinden tanıdığımız Canadalı yönetmen Mary Harron üstlenmiştir ve onun yönettiği ilk filmdir.Valerie karakterini Lili Taylor , Andy Warhol’u ise Jared Haris canladırmıştır.
Valerie Solanas Amerika’da bu öldürme girişimiyle ünlenmiştir. Ayrılıkçı feminist düşüncelere sahip bir yazardır ve SCUM Manifest adlı bir bildirisi vardır;Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu, erkeklerin yok edilmesini ve tamamen kadınlardan oluşan bir toplum yaratılmasını temel alan bir bildiridir bu.
                                                      ----spoiler---
1968, Valerie Solanas, ucuz otellerde kalarak hayatını sürdürmekte olan feminist, lezbiyen ve sıra dışı bir yazar, hayatını sürdürebilmek için fahişelik yapmak zorunda kalıyor, babası, üvey babası, dedesi vs. dahil bir çok erkekğin zamanında kendine çok kötü davranmıştır, kötü bir çocukluk geçirmiş dolayısıyla erkeklerden nefret eder..Üniversitede ruh bilimi bölümünü tamamlıyor bu sıralarda lezbiyen olduğunu fark ediyor. Bir gün arkadaşı onu Candy Darling (Warhol’un transeksüel starı) iletanıştırıyor bu sayede Andy Warhol ile tanışıyor. Fabrikaya gidip gelir ve bir gün yazmış olduğu erkek düşmanı bir fahişeyi konu alan  Up Your Ass isimli tiyatro oyununu Warhol’a verir ve ondan bu oyunu değerlendirmesini ister. Oyun başlarda Warhol’un ilgisini çekse de sonradan fazla pornografik bulduğu seneryoyu bir kenara atar, Valerie’ye yanıt vermez ve seneryoyu kaybeder. Bu arada Olimpia Press’in editörü Girodias ile tanışmıştır, Girodias, Varie’den kendisi için pornografik bir roman yazmasını ve bunu için bir kontrat imzalamasını istemiştir. Başta Valerie bunu kabul eder daha sonra şüpheye düşer aynı zamanda Warhol’dan da seneryosunu alamamaktadır. Bu durum Valerie için büyük bir paranoyaya dönüşür:  Girgodis ve Warhol onu kontrol altına almışlardır ve komplo planı düzenlemişlerdir, bu durumdan oldukça rahatsız olur. Tek bir seçeneği kalmıştır, kendisine 15 dk. içerisinde şöhret kazandırmış olay olan Andy Warhol’u vurmak.

                                                      ----spoiler-------


                                                      Bazı ayrıntılar;
Valerie oyun seneryosunu Warhol’a verdiğinde onu kendisini denetlemeye gelen bir polis olduğunu düşünüyor çünkü zamanında çokça pornografik film çekmiş ve polis tarafından uyarılmıştır, bu seneryo da oldukça ahlaksız öğeler içermektedir dolayısıyla Warhol’u şüphelendirir ve Valerie’e polis olup olmadığını sorar. Valeri ise bunu doğrular ve ona ‘’bak bu da rozetim’’ der. Ve cinsel organını göstermek için fermuarını açar.
Teslim olduktan sonra basın mensuplarına ‘’Onu vurmak için çok sebebim vardı, manifestomu okuyun , kim olduğumu anlarsınız’’ demiştir.
Yıllar sonra ise bir gazeteciye olayla ilgili şunları söyler: ‘’Ben cinayeti ahlaki bir hareket olarak görüyorum ve becerememiş olmamı gayri ahlaki buluyorum. Bu işe girişmeden önce atış talimi yapmalıydım.’’
Valerie bu olay sonrası teslim olmuştur. Önce tutuklanarak akıl hastanesine yatırılır, daha sonra da ceza evine götürülür. 1971 yılında serbest bırakılır, 88 yılında hayatını kaybeder. Vurulmadan sonra Andy Warhol ise beş doktar tarafından hayatı kurtarılır, sağlığı eskisi gibi olmaz , dağılan iç organları nedeniyle hayatı boyunca korse giymek zorunda kalır.
Film çekimleri ve görüntüleri açısından çok büyük önem taşımaz fakat seneryosu çok önemli iki insanı anlattığı için filmi izlenir kımaktadır. Yönetmen Mary Harron konuya kendince bir kadın estetiği katmıştır, hatta bu dramatik hikayeyi izlemesi keyifli hale getirmiş, kendisinin mizacı hayran edici.


11 Ocak 2012 Çarşamba

Exils (2004)




Exils, Fransız yapımı, bir Tony Gatlif filmi. Baş rollerde en sevdiğim aktörlerden Romain Duris ve Lubna Azbal yer alıyor. Yine Gatlif klasiği olarak muhteşem şarkılara doyduğumuz bir film ayrıca  müziğin veya özgürlüğün peşinde, sıradışı bir yol hikayesi. 2004 yılında Cannes Film Festivalinde En İyi Yönetmen ödülü kazanılmıştır.

---spoiler---
Fransa’da yaşayan iki genç Zano ve Naima, hayatlarını çok değiştirecek bir karar alırlar ve her şeyi bırakıp; Naima’nın ailesinin geldiği ve Zanonun soyunun sürgün edildiği ülkeye, Cezayir’e gitme bir nevi köklere dönme tutkusdur bu. Yolculuğa Fransadan başlayıp, İspanya’ya inerler ve oradan Cezayir’e geçmeyi planlarlar. Ve yolculuklarına daha doğrusu uzun yürüyüşlerine başlarlar. Zorlu bir güzergah onları bekliyordur, sırt çantaları hariç hiçbir şeyleri olmayan (buna para da dahil) bu iki genç uzun yürüyüşlerinde çok fazla zorlukla karşılaşırlar hatta bir ara meyve toplayıcılığı işine girerler, yolda oldukça vakit kaybederler.
Bu zorlu yolculuk sabırları sayesinde sonuçlanır, tabi  artık olmak istedikleri yerdedirler fakat Naima kendini iyi hissetmez, kapalı kıyafetler giymesi gereklidir, etrafında tuhaf konuşup giyinen insanlar vardır alışamaz, hissedemez fakat Zano’da aynı şeyi görmeyiz o çoktan alışmıştır bile. Filmin sonunda transa geçmiş insanlardan oluşan ve çok uzun süren bir zikir sahnesi vardır tabi baş rol oyuncularını da transata görürüz, mutludurlar.
---spoiler----

Gatlif’in gözde oyuncusu Romain Duris, Gatlif amcasını çok iyi anlamış olmalı ki her filminde oynadığı kişiliğin hakkını vermiştir bu filmde de olduğu gibi. Ayrıca Gatlif çaktırmadan kendi hayatını çekmiş gibi. Anlatım, kamera açıları her zaman ki gibi muhteşem, arsızlıklar da serpiştirilmiş her zamanki gibi. Romain’i ilk sahnede açmış kabak çiçeği gibi, çırıl çıplak ,devrim çığlıkları arasında ve yatak odasında görüyoruz bu ana karakterleri hayalleri için gazlıyor aslında (o an hiçbir şeyleri yok yaşadıkları ülkeye dair) ve hiç düşünmeden yola koyuluyorlar, özgürler veya özgürlüklerine her adımlarında daha da yaklaşıyorlar. Naima arsız bir karakter , çılgın aynı zamanda çekici bundan dolayı özgürlüğüne vardığında biraz çelişki yaşıyor, hayal ettiği özgürlükten farlıymış diyoruz. Zano’nun özgürlü tam da istedği gibi trans, göz yaşları… Filmin müzikleri kusursuz. Seneryoyu destekler biçimde düzenlenmiş ve filmle birlikte dinlemesi daha da zevkli olabiliyor. Kısacası izlenmesi gereken sürükleyici bir film.
            

9 Ocak 2012 Pazartesi

Audition /Odishon (1999)



Audition, Türkçeye Ölüm Provası olarak çevrilmiştir.Sert ve bol kanlı filmlerini adamı Uzak Doğu Extreme sinamasının vazgeçilmez ismi, Japon yönetmen Takashi Miike filmidir. Audition’da da yönetmen tarzını bozmaz, kan ve estetiği harmanlar ve izleyicisine sunar. Ben de bir Miike hayranıyım aslında bu en sevdiğim filmi de değil ama içimden bu filmle ilgili bir şeyler yazmak geldi, o zaman filmden biraz bahsetmek gerekirse                     ki filmden çok fazla bahsetmiyeceğim hatta en önemli noktaya kadar değinirsek diyelim,
Aoyama'nın, eşi öldükten sonra yedi yıl boyunca hayatına hiç bir kadın girmemiştir ta ki oğlunun ona çok neşesiz göründüğünü söylemesine kadar, iş yeniden evlenme isteğine kadar varır. Bu durumu en yakın arkadaşına anlatır ve aralarında var olmayan bir film için oyuncu seçme yarışması yapmayı planlarlar, böylece Aoyama yarışma için başvuran güzel kızlardan birisini ayarlayabilecekti, güzel fikirdir ama biraz isteksizce bu işe girer. Yakın arkadaşı Yoshikawa ona bir çok dosya , fotoğraf, öz geçmiş yollar. Aoyama bunlardan sadece bir tanesini ayırır Asami adında sempatik bir kızın öz geçmişidir bu. Mülakat için onu çağırır ve kız adeta büyüleyicidir. Aoyama kıza tutkuyla aşık olur. Onu seçmiştir, yalnızca onu istiyordur ama Asami karanlık bir geçmişe sahiptir, elbet bunun intikamını almak isteyecektir.
Film çok travmatik ve şok edici noktalara gelir, hatta sadistik ve brutal bir hal alır, artık yönetmenin şov zamanıdır.
Hassas bünyelerin pek de hoşuna gitmeyebilir, bir örnek: Film 2000 yılında Roterdam Film Festivalinde gösterime girdiği zaman öfkeli bir kadın izleyici Miike ile karşı karşıya gelir ve ona‘’You are evil!’’ diye bağırır. 
Son olarak bence Miike'nin insanları çuvala koyma gibi bir fatezisi var. :)


2 Ocak 2012 Pazartesi

Le Scaphandre et Le Papillon (2007)





Le Scaphandre et Le Papillon,seneryosunun  Fransız Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby’nin kendi gerçek hayatını yazdığı kitabından alındığı bir tür biyografik filmdir. Julian Schnabel tarafından yönetilmiştir ve başrolde Mathieu Amalric yer almıştır.
Film oldukça dramatik bir gerçeğe dayanıyor, güçlü bir adamın kötü bir düşüşü belki. Filmin ilk dakikalarında konuşmalar, koşuşturma ve baş rolün iç monoloğu size çok ayrı bir konusu olan muhteşem ve aynı dramatiklikte belki de 10-15 kademe üstü sertlikteki bir filmi hatırlatabilir. Hatta yönetmen, Dominique’in kitabını okuduktan sonra direkt aklına duygu aktarma biçimi olarak o film gelmiş olmalı, ayrıca o film de bir kitaptan alınmaydı. Hangi film mi? ‘’Johnny Got His Gun’’ tabi ki. Filmin ilk dakikalarını Dominique’nin buğulu gözünden izliyoruz ve neler olduğunu anlamaya onunla birlikte çabalıyoruz, aynı zamanda çevresindeki doktorlar konuşurken onun da konuşmalarını duyuyoruz. Konuşamadığını, hareket edemediğini daha sonra keşfediyor(uz) ve film zamanla şekilleniyor.
                                                    ---Spoiler---
Jean Dominique, Elle editörü,  çılgın bir hayat sürerken 43 yaşında ve pek az insanın karşılaştığı beyni besleyen kan damarı tıkanıklığı ve bir anlık nöbetle gelen felç sonucu gözlerini bir hastanede açıyor.Parası olduğu için ya da iyi bir hastanede olduğu için etrafındaki tüm doktor ve hemşireler iyileşmesi için çabalıyorlar. Özellikle de kadın doktorlar, Dominique felçli bile olsa etrafındaki kadın sayısı azalmıyor, Evli değil ama onu seven bir kadından üç tane çocuk sahibi, ayrıca manken bir sevgili var ama film boyunca sadece Dominique’in hayal ve rüyalarında görebiliyoruz kendisini ve sadece sesini duyuyoruz telefondan, adam ona aşık Aynı zamanda oldukça çapkın.Vücudu komple felçli ve tek kullanabildiği yer sol gözü, hayata bağlı bir insan olduğu için etrafındaki güzel doktorlar sayesinde tek gözüyle alfabetik iletişim sağlıyor. Kitap yazmak istiyor, filmin adı gibi Dalgıç ve Kelebek isimli bir kitap yazıyor. Kendisini suyun derinliklerde dalgıç kıyafetiyle az nefes alabilen bir durumda hissediyor ve çırpınışlarını bir kelebeğe , kitabın adını bunlardan alıyor. Kitap yazmayı, gönüllü hoş bir bayanın aşkı ve sabrı sayesinde gerçekleştiriyor. Hayal gücü çok yüksek bir karakter ve her kadın onun için güzel.
Film hastane, Jean- Do’nun hayalleri ve gerçek arasında gidip geliyor , yönetmen eşsiz görüntü ve efektlerle hayalleri izleyiciye aktarmayı başarmış, su altı ve kelebeğin dönüşüm sahnesi kusursuz.
Film bu şekilde devam ederken Jean-Do zatüreye yakalanır ve kitabı yayımlanmıştır ama onun çok kısa bir ömrü kalmıştır.

---Spoiler son----

Kısacası bir adamın ‘Monte Kristo Kontu’ romanını modernleştirip baş karakterinin kadın olduğu bir intikam kitabı yazmayı planlarken, hayatın acımasıca onu farklı bir kitap yazmaya sürüklemesini izliyoruz.