22 Ağustos 2012 sabahı İngiliz bir yönetmenin ölüm haberini internet
gazetesinden okuyorum, inanılmaz şaşırmıştım. Ölüm beklenmedik bir
zamanda gelir çoğu kez tamam da, bu yönetmen bir köprüden kendini atıyor
ve yaşamına kendi elleriyle son veriyor. Çok üzücüydü. Yönetmen çok
tanıdık bir filmle Amerika ve tüm dünyada nam salmıştı. Tamam, en
sevdiğim yönetmenler arasında yer almıyordu. İşin ilginç kısmı en
sevdiğim ve beni çok etkileyen bir filmin yönetmeni olması. Tony
Scott’tan bahsediyorum. Sevdiğim filmi ise ‘’True Romance’’ tabi ki. Aşk
filmleri yazımda biraz bahsetmiştim bu filmden.
Bu kez bambaşka bir filminden bahsedeceğim -yeni ölmüş bir yönetmenin
filminden bahsedecek olmak biraz içimi burktu- filmin adı ‘’The
Hunger’’ bu filmi izledikten sonra Scott’ın gerçekten bir türün
peşinden koşmadığını, dağınık ve içinden geldiği gibi takıldığını fark
ettim. Top Gun, Spy Game, True Romance… hepsi birbirinden farklı, aynı
zamanda kendi çaplarında başarılı filmler. Kafası karışık başarılı
yönetmen demek doğru olurmuş ki artık yok zaten.
The Hunger, 1983 yapımı bir vampir filmi; konusu aynı isimde bir
kitaptan alınmış. Başrollerde Catherine Deneuve, David Bowie ve Susan
Sarandon’ı görüyoruz.
Film alışık olduğumuz vampir filmlerinden biraz farklı. Mesela Orta
Çağ’ın kasvetli ortamı, gotik binalar, dantelli ağır elbiseler, mermer
suratlı vampirler, uzun sivri dişler, veba ve yangınlar yok. Ortak
noktalar, sonsuz yaşam ve kan; filmin belkemiği ise sonsuz yaşamın
getirdiği açlık ve aşk.
Modern zamanın gotik prensesini Mriam adıyla Catherine Deneuve
canlandırıyor. Mriam kana tutkun ve sonsuz ömürle lanetlenmiş aşklar
biriktiriyor. Kanının nüfuz ettiği bedenler bir daha eski haline
gelmiyor. Vampirimizin sevgilisi John olarak David Bowie’yi görüyor ve
çok seviniyoruz. Hatta sonsuza kadar yaşamasına içten içe sevinebiliriz
de tabi bir yere kadar. Diğer sevgilisi ise Susan Saradon, Miriam’ın
muhteşemliği karşısında kayıtsız kalamıyor ve acımasız vampirin sonuncu
aşkı oluveriyor.
Filmin beni en etkileyen kısmı giriş sahnesi diyebilirim. Bir gece
kulübü; içeride havalı tipler var, sahnede Post-Punk grup Bauhaus bangır
bangır ‘Bela Lugosi’s Dead’ çalıyor. Sonra gözümüz iki çifte
odaklanıyor, müzik yükselirken onlar da eşleriyle sevişmektedirler, ta
ki ankh (ucu bıçak şeklinde) kolyeleriyle eşlerinin boğazlarını kesip
kanlarını içmeleriyle sahne sonlanıyor. Bu giriş sahnenin sonlanışına
kadar çok yüksek bir tempo var. İleriki sahnelerde senaryonun akışına
göre tempo yavaşlıyor.
Giriş sahnesindeki kan emici bu iki aç aşık Miriam Blaylock ve John;
bu iki vampir Manhattan’da yaşamakta, aynı zamanda klasik müzik dersleri
vermektedirler. Mriam eski mısırdan gelme bir vampir, aşkı John’a
sonsuz yaşamı çok önceden vaad etmiş ve her defasında hatırlatıyor:
“forever and ever.” Şehvet, tutku, kan, müzik derken John hesapta
olmayan bir şey fark ediyor: John yaşlanıyor, hem de çok hızlı bir
şekilde. Miriam ‘Sonsuza dek yaşayacaksın aşkım.’’ derken bir şeyleri
atlıyormuş. Evet, sonsuz yaşamı veriyor fakat sonsuza kadar gençliği
veremiyordu ne yazık ki.
Modern zamanlara kadar yaşamayı başarmış vampir Miriam, büyük bir aşk
koleksiyonuna sahip. Aşkları çok yaşlı ve hepsi de aç. Onlarca tabutta
farklı bir aşkı yatıyor ve hepsi de hala yaşıyor. John çok hızlı bir
şekilde yaşlanınca onu da diğerlerinin yanına götürüp tabutuna yatırır,
çünkü John artık çekici değildir ve artık asla sevişemeyeceklerdir.
Aşk olmadan asla yaşayamayan Miriam yeni bir aşk bulmakta fazla
gecikmez. Bu kez aşkı yaşlılık hekimi olan bir kadın olan Sarah
Roberts’tır. Film birden lezbiyen vampir filmine dönüşür. Tabi film
sona doğru daha farklı bir şekil alır.
Miriam, Sarah’yı baştan çıkarmıştır fakat bu uzun sürmez. Sarah
Mriam’dan daha güçlüdür bu durum duygularını kontrol etmesini sağlar ve
Miriam’ı kötü bir son bekliyordur.
Ben filmi Post-Punk bir grubun kaydettiği albüme benzettim,
görüntüler de albüm şarkıları için çekilmiş bir video gibi, çok güzel
gerçekten, DVD’yi takın fonda kendi kendine dönsün.
Filmin müzikleri arasında “Le Gibet” Maurice RAVEL, girişte
parçalayan “Bela Lugosi Is Dead” Bauhaus, Franz Schubert klasik müzik
dersi verdiklerinde çaldıkları parça ve “Funtime” Iggy Pop var.
Tony Scott’a bu iyi işi için bile “huzurla yat” diyebilirim.
Sadece iki günde çekilmiş, düşük bütçeli, tam anlamıyla B-film
kategorisinde yer alan ama iyi klasik filmler içerisinde yer alabilmeyi
başarmış, kara komedi tarzında, sürükleyici bir film. İşte bir cümle ile
filmi anlattım size. Sahneler üzerinde çok fazla uğraşılmamış, yoğun
bir öz güvenle apar topar uzun metraj bir film çekilmiş, yıl 1960 ve çok
da şahane olmuş. Film siyah-beyaz ve benim izlediğim versiyonu pek iyi
çekim olmasa da, filmin ilk beş dakikasından sonra film beni içine
çekmeyi başardı. 70 dakika boyunca çok eğlendim, yer yer irkildim.
The Little Shop of Horrors, Amerikalı yönetmen Roger Corman tarafından yönetilmiş (Corman İstanbul Film Festivali’nde ‘’Yaşam Boyu Başarı Ödülü’’ almıştır), senaryo ise Charles B. Griffith’e ait. Başrol oyuncuları; Jonathan Haze, Jackie Joseph ve Mel Welles. Aslında filmin sadece bir sahnesinde yer alan Jack Nicholson’ı
da görüyoruz oyuncular arasında ve bu film Nicholson’un kariyeri
açısından çok önemli bir dönüm noktası olmuştur, ne kadar başarılı
olduğunu kanıtlamıştır: tam bir psikopat karakter oyuncusu.
Film zamanla klasikleştikten sonra Broadway müzikallerine konu olmuş ve 1986′da yeniden çekilmiş; yönetmeni ise Frank Oz.
Önceden de belirttiğim gibi, film iki günde 2500
Dolarlık bir bütçeyle çekilmiş. Bazı söylentilere göre filmin iki günde
çekilmesinin sebebi Corman’ın çekim süresiyle ilgili bir iddaya
girmesiymiş. Aslına bakılırsa iki günde çekilmiş olması pek de seyirciyi
etkilemiyor. Bilakis bu özelliği filmin senaryosuyla çok da uyumlu,
hatta daha fazla gerilim yüklü ve aynı zamanda etrafta dönen bazı
saçmalıklarla yer yer de komik.
Spoiler…
Film bir çiçek dükkanında geçiyor. Çiçekçinin işleri pek
de iyi gitmiyor. Çok da az müşterileri var; bir tanesi her hafta, ölen
bir yakınına çiçek almak için uğrayan ve her seferinde indirim isteyen
yaşlı kadın, diğer müşterisi ise karanfilleri satın aldıktan sonra
‘’sarmayın lütfen burada yiyeceğim’’ diyen, çiçek yiyici garip adam.
Gravis Mushnick bu dükkanın sahibi, yanında çalıştırdığı sefil ve sakar
genç Seymour Krelboyne’u işten çıkarmak istemektedir. Seymour işten
çıkarılmaması için patronuna yalvarır ve kendi icat ettiği bir bitkinin
olduğunu, onu dükkana getirirse işlerin yoluna koyulacağı vaadinde
bulunur, bu sayede Mushnick ona ikinci bir şans verir. Ama kötü bir
gerçek vardır; çiçek, su ve güneşle değil de kan ve etle beslenip
gelişebiliyordur.
Semour bitkinin adını hoşlandığı iş arkadaşından esinlenerek
koymuştur, adını Andrue Jr. koyduğu bu bitkiyi dükkana getirdikten
sonra işler tam anlamıyla değişir. Önceleri pek de pas vermeyen Andrue
artık Seymour’un kız arkadaşıdır. Sonrasında bitki gün geçtikçe insanla
beslenip güzelleşince dükkan popüler olur ve çok fazla iş yapmaya
başlar. Seri ölümlerden şüphelenen polisler de katili bulmak için yola
koyulmuştur bile. Olay kontrolden çıkınca, Seymour’un mutasyona uğramış
bitkisi Andrue Jr. ile cesaret dolu, bol kan ve etli hesaplaşması filmin
sonu olur.
Spoiler bitti..
Filmde popülerliğin ve paranın insan hayatındaki büyük önemi sertçe
eleştirilmiş. Ayrıca kara mizah tarzına yakışacak şekilde filme
yerleştirilmiş çokça küçük gönderme de yer alıyor. Mesela Seymour’un
annesi ilaç bağımlısı, hastalık hastası bir kadın. Yaptığı yemeklere
bile ilaçlar katıyor, bir sahnede Seymour’a kendine sağlıklı değil de
hasta bir kadın bulması gerektiği uyarısında bulunuyor.
Görsel açıdan bırakın şöleni, tek bir iyi çekim beklemeyin, filmde
çok etkileyici korku sahneleri, oluk oluk akan kanlar, gülmekten kırıp
geçirecek diyaloglar da yok, ama mizahi bir anlayış ile ele aldığı
konuyu izleyiciye aktarışı çok başarılı; kafa dağıtmak isteyenlere
tavsiyemdir.
Silahlar insanların zevklerine veya işlevlerine göre boy boy, şekil
şekil yapılmış olsalar da bilindiği gibi hepsinin tek bir amacı var, o
da ‘’öldürmek’’. İşlevi ve kullanım amacındaki iğrençliği saymazsak,
ağır ve soğukturlar, patladığında çıkan ses tüyler ürperticidir. Bunlara
rağmen silahlar kimisi için vazgeçilmez bir tutkuya çirkin bir
müptelalığa bile dönüşebiliyor. 13 Tzameti’de de film
boyunca birçok silah görüyoruz, terli ellerde ısınmış, bazen patlayan
bazense şans eseri patlamayan; tek kişi kalana kadar patlayacak bir sürü
silah.
Filmde kumar, insan ölümünün soğukluğu ve tabi ki silah tutkusu var
fakat bu kez silahlar tutkunların değil de kurbanların elinde.
13 Tzameti 2005 yılı Gürcü yapımı bir film; yönetmenlik, senaryo ve
yapım Gela Babluani’ye ait. Film Babluani’nin ilk uzun metraj deneyimi
ve kusursuz diyebileceğimiz nitelikte. Başrolü yönetmenin kardeşi Geores
Babluani üslenmiş. Film Fransa’da geçiyor.
Filmin adıyla başlayalım, “13′ü anladık da Tzameti neyin nesi ?” diyenler için. Efendim, Tzameti
Gürcüce’de “On üç” manasına gelmektedir. Kısacası filmin adı her türlü
“On üç”. “13″ adında uğursuzluk hurafesi yüklü, dolayısıyla izlemeden
bir şeylerin ters gideceğini anlıyoruz.
Film 16 mm ve siyah-beyaz çekilmiş, kaymak gibi görüntüleri
barındırıyor. Filme ilk dakikalarından başlayan bir görsel haz, aynı
doğrultuda da gerilim hakim.
-Spoiler -
Fransa’da ailesiyle zor şartlar altında yaşayan Sebastian çatı onarım
işi yapmaktadır. En son onarım yapmakta olduğu evin sahibi yaşlı adam
uyuşturucu bağımlısıdır, tuhaf işler çeviriyor ve tuhaf adamlarla
Sebastian’ın anlamadığı konulardan bahsediyodur. Çatı onarımı sırasında
evde neler döndüğünü anlamaya çalışır fakat pek de bir şey anlamaz. Tek
anladığı bir zarfın gelecek ve bu zarfın adama para kazandıracak
olmasıdır. İlerleyen zamanda ev sahibini küvette ölü olarak bulurlar.
Sebastian bu durumdan faydalanarak tesadüf eseri eline geçen zarftaki direktiflere uyarak bir yolculuğa çıkar.
Bu yolculuğun sonunda vardığı yerde artık o numara 13’tür ve
gerçekten kötü bir belanın içerisinde yer alır. Kendi ayaklarıyla
vardığı bu yerde zorla kötü bir oyuna dahil edilir. Garip tutkuları
olan, zengin aynı zamanda da sadist diyebileceğimiz onlarca adam, Rus
ruleti için içlerinden seçtikleri biri üzerine bahse girerler. Bu oyun
çok iyi paraların döndüğü zengin işi bir tutku, bir heyecandır.
Karakterimiz tam da bu ortamda kurbanlardan birisi olmuştur, büyük
talihsizlik ama 13 sayısı ona uğursuzluk mu yoksa şans mı getirecek,
izleyip görmek lazım. - Spoiler bitti
Filmde kumarın vahimliği; dozu artırıldığında insanı nasıl büyük bir
canavara çevirebileceği konusu işlenirken diğer insanlara verilen
zararın da en yüksek hazlardan biri olduğu açıkça vurgulanıyor.
Çekimlerin siyah- beyaz oluşu konunun dramatikliğini desteklemiş.
Film yavaş aksa da heyecan her ilerleyen dakikada artış gösteriyor.
Bir de 2010’da filmin Amerikan versiyonu yapılmış, henüz izlemedim
açıkçası, izlediğimde çok fazla etkileneceğimi de düşünmüyorum. Bence
siz de 13 Tzameti’ yi izlemeden Amerikan versiyonunu izlemeyin.
Aşk şahane bir şeydir; aşk huzur verir, aşk sert müzik dinletir, aşk
dış etkenleri kırar geçer, aşk gözleri parlatır, aşk geçici dış
müdahaleleri görmezden getirir, aşk mücadele etmeyi kolaylaştırır, aşk
kanı sulandırır, aşk kalp krizi ve kanser risklerini önler ve aşk birçok
şey, aşk çok güzel…
Bu yüzden güzel birkaç aşk filminden bahsetmek istedim.
Sekiz arıza aşk filmi diye başlık attım, aslında 10 tane olacaktı ve
daha şık duracaktı fakat iki tane daha çıkaramadım. Birçok kült film var
aşk üzerine yapılmış buram buram romantizm kokan ama benim aradıklarım
tam da aşağıdaki liste tadında. Daha sert, daha tutku dolu.
Aslında aşağıda bahsi geçen filmerin yönetemenlerinin diğer
filmleriyle de tamamlayabilirdim listeyi ancak bu sefer de anlamsız
olurdu bir liste oluşturmak. Belki ileride tamamlarım. Velhasıl neymiş
bu filmler görelim. Not: Numaralandırma gelişigüzeldir.
1- Wild at Heart (1990)
David Lynch’in romantik yönünü çok seviyorum, adam çılgın bir bünyeye
sahip; fazla deli, anormal, hiçbir kategoriye yerleştirilemeyen,
sürreale fazla yakın filmlerinin yanında duygusal filmler yapmayı da
ihmal etmiyor. Blue Velvet de romantik ve deli bir filmdi fakat bu
filmde ekrana tıklayıp ‘’Heyy aşk var!’’diye uyarıyor resmen.
Film aynı isimde bir romana dayanıyor, senaryo ve yönetmenlik Lynch’e
ait. Başrolleri Nicholas Cage (pek sevmesem de iyi oyuncu) ve Lynch’in
gözde oyuncularımdan Laura Dern paylaşıyor. Bir yol hikayesi.
Filmin aşıkları Sailor ve Lula aşklarını yaşayabilmek için fazlasıyla
mücadele ediyor hatta bu mücadele içerisinde uzaklara gitmek bile var.
Bu denli mücadele gerektiren etken ise Lula’nın kötü ve çılgın bir kadın
olan annesi.
Film büyük bir sarayda verilen bir davet ile başlıyor Sailor’a
yapılan bıçaklı saldırı esnasında Sailor adamı döverek öldürüyor ve
hapis yatıyor. Aralarındaki diyalogtan Sailor ve Lula’nın annesi
Marietta arasında bir şeyler olduğunu düşünüyoruz çünkü Marietta ölümcül
şekilde iki aşığı ayırmaya çalışıyor tabi ilerleyen dakikalarda
Lynch’lik bir şizofreni ile aşıkları birleştirmek istemediğini
anlıyoruz. Bıçaklı saldırı sonuncu adam öldürdükten sonra Sailor hapis
yatıyor ve çıktığında aşıklar tekrar birleşiyor.
Film fazlasıyla romantik aynı zamanda da erotik sahneler içeriyor.
Mesela Bir diskoda Sailor mikrofonu kapıp aşkına Elvis şarkısı olan Love
me ‘yi söylüyor Lula adeta eriyor. Erotikliğe gelince çiftin birçok
cürretkar sevişme sahnesi var.
Filmin sonlarına doğru Sailor tekrar hapis yatıp çıksa da film mutlu son ile bitiyor.
2- True Romance (1993)
Quentin Tarantino eli deymiş leziz bir film. Yönetmen Tony Scott, senaryo ise Tarantino’ya ait.
Filmde birçok ünlü isim yer alıyor, tek tek saymayacağım. Bu filmin
aşık kahramanlarını Christian Slater ve çok güzel Patricia Arquette
canlandırıyor.
Çizgi roman dükkanında çalışan ve sıradan hayatı olan Clerance bir
akşam yalnız başına film izlemeye gider ve bir kadınla tanışır. Bunun
güzel bir rastlantı, bir şans olduğunu düşünmüştür ama sonrasında bu
durumun arkadaşı tarafından yapılmış bir doğum günü sürprizi olduğu
anlaşılır. Karşılaştığı kadın Alabama bir eskorttur. Bu aşık olmalarına
engel olmaz ve güzel bir aşk yaşamaya başlarlar. Bu seferki engel ise
uyuşturucu satıcısı Gary Oldman’dir. Alabama onlara ait bir kadındır.
Zorluğu düşünün, aşk engel tanımaz tabi. Basit bir yaşam sahibi
dediğimiz Clerance gidip hepsinin hakkından gelir ve ellinde bir çanta
uyuşturucuyla geri geliri. Bu film de bir yol hikayesine dönüşür.
İlk film ile arasındaki bir diğer benzerlik ise yine Elvis’tir.
Clerance şizofrendir ve gerçekte var olmayan arkadaşı ise Elvis
Presley’dir.
Film mutlu sonla bitiyor ama yaşadıkları zorluklar oldukça sert.
3- Chungking Express (1994)
İki yorucu Amerikan filminden sonra bu kez yine aşk dolu bir Çin
yapımı film var üçüncü sırada. Yönetmenliği Won Kar –Wai’ye ait. Aşıklar
rolünü Tony Leung Chiu Wai ve Faye Wong (aşırı güzel) üstleniyor.
Takashi Kaneshiro ise yakışıklığı ile yine göz dolduruyor fakat gerçek
adam o değil.
Film iki ayrı hikayeden oluşuyor bir tanesi Takashi’nin May isminde
bir kız tarafından 1 Nisan’da terk edilişini anlatıyor. Terk edilmiş bu
adam Doğum günü olan 1 Mayıs’a kadar kızın dönmesini bekler bu esnada
her gün son kullanım tarihi 1 mayıs olan ananas konservesi alır ve
onları yer. Nedenini izleyip öğrenin.
Doğum gününde sarı peruk takan bir kadınla tanışır.( Bu kadının
hikayesi bambaşka.) Bu kadınla bir otel odasında uyurlar, bu onu son
görüşü olur. Bir fast food dükkanına girer orada Faye isimli bir kız
çalışıyordur, Faye Takashi ile değilde ilk bakışta karizmatik polisi
memuruyla göz göze gelir ve ona aşık olur ve böylece Takashi’nin
hikayesi son bulur ve Faye’nin hikayesi başlar. Polisin hostes bir
sevgilisi vardır. Kadın onu terk eder ve tüm çılgın mücadelesi sonunda
Faye ile Polisin aşkı başlar. Büyük uğraşlardan sonra bu da mutlu sonla
biter. Müzikler şahane.
4- Going Home (Three-2002)
Doğu Garajı’na taşındığımın ilk günü sene 2007 üç genç kız oturup bir
diz üstü bilgisayardan izlemiştik bu filmi etkileyici bir film.
Going Home, üç ayrı yönetmenin, üç kısa filminden oluşan Three
filminin üçüncü filmi.. En iyisi de Going Home şahsen. Filmin
yönetmenliği Peter Chan’a senaryo ise Jojo Hui ve Matt Chow’a ait. Bu üç
film aşkı anlatsa da asıl türü çoğu Uzak Doğu filmi gibi gerilim.
Aşıklar; Yu ve Hai’er.
Wai isimli bir polis memuru küçük oğlu Cheung ile birlikte tekinsiz
bir siteye taşınır. Cheung tuhaf bir şeylerin olduğunu siteye ilk
girdiği andan itibaren anlar ve huzursuz olur. Tuhaf bir komşuları
vardır. Her gün büyük siyah poşetlerle çöpe bir şeyler atar ve hiç
konuşmaz. Bir gün Cheung kaybolur. Wai oğlunu ararken tuhaf komşunun
dairesinden içeri açık kapıdan süzülür ve küvette yatan cansız bir
kadın bedeniyle karşılaşır. Yu duruma şahit olduğu için onu evde tutsak
eder. Aslında karısının ölmediğini, onun yaşadığını üç gün içinde de
tamamen canlanacağını söyler. Onu da bu duruma mani olmaması için tutsak
eder. Fakat Wai’nin polis arkadaşları eve baskın düzenler. Yu
tutuklanır, karısını ise otopsi için bir tabuta koyup götürürler. Buna
izin vermek istemeyen Wai götürülen karısının ardından koşarken araba
çarpar ve ölür. Otopsi sonrasında kadının üç yıldan beri ölü olduğu
anlaşılır ama garip bir durum vardır. Kadının vücudu hala sapasağlamdır
ayrıca saç ve tırnakları uzuyordur. Olayın nedeni kaydedilmiş bir video
ile anlaşılır. Yu ve Hai’er doktordurlar ve kimyasal ilaçlarla tedaviye
asla inanamıyorlardır. Uzak Doğu tıbbına, bitki ile tedavi yöntemine
inanırlar. Hai’er üç yıl önce kanser hastalığına yakalanır, Yu’dan
kendisini öldürmesini ve vücudunu bitkisel yöntemlerle iyileştirmesini
ister. Yu karısını boğup öldürür ve üç yıl boyunca her gün onunla
konuşur, onu yıkar, saçlarını tarar, hiç bıkmadan tam üç yıl. Ayrıca
aynı durum Yu’nun başına da gelmiştr ve Hai’er ona aynı aşkla her gün
bakmış ve onu iyileştirmiştir. Bu filmin sonu kötü bitiyor çünkü Hai’er
uyanmaya yüz tutmuşken aşkı ölmüştür. Aslında belli de olmaz Hai’er,
Yu’yu tekrar diriltebilir.
5- Gadjo Dilo (1997)
Yaşadığı yer Pars’ten kalkıp Romanya’ya müzik aşkı için giden bir
adamın, gerçek saf aşkını buluşunun hikayesi. Müzikle harmanlanmış
şahane bir film.
Aşıklar; Romain Duris ve Rona Harter. Senaryo ve yönetmenlik Tony Gatlif’e ait.
Fransız bir genç olan Stephane kar kış dinlemez alır çantasını
babasından kalma kasetteki şarkıcı Nora Luca’yı aramak onunla tanışıp,
müzik yapmak için Romanya’ya gelir. Yolda Izidor adlı bir adamla
tanışır. Yaşlı adam Izidor ona Nora Luca’nın nerde olduğunu bildiğini
söyler ve yaşadığı kasabaya götürür. Burada zar zor anlaşsalar da ortak
yönlerinin müzik olduğu birçok iyi çingeneyle tanışır. Ona bir ev
verirler. Birkaç ay orada yaşar, Nora Luca’yı bulamaz ama çingenelerin
büyük müzik anlayışı sayesinde bolca müzik yapar ve orada Sabina isimli
bir Çingene kadına aşık olur. Birlikte hayatın tadını çıkarırlar, doğa
ortamında pek de zorluk yoktur, aşkları için mücadele etmelerine gerek
de yoktur. Ayrı dünyaların insanı diye anlayışları da yoktur dolayısıyla
sonu mutlu biter.
6- Room In Rome (2010)
Şimdi en sevdiğim yönetmenlerden Julio Medem filminde sıra. Medem çok
derin aşk hikayelerinin adamıdır, kalpleri alır, eliyle okşar çoğu
filminde.
Room In Rome’da bir gecelik bir aşkı konu etmiş. İmkansız bir aşk ve
tutku dolu bir gece. Yönetmenlik ve senaryo yine İspanyol yönetmene ait.
Aşıklar; Elena Anaya ve Natasha Yarovenko.
İki genç kadın İtalya’da bir klüpte karşılaşır ve birlikte
eğlenirler. Dönüşte Alba, Natasha’yı odasına davet eder. Natasha kabul
eder, Alba lezbiyendir ve Nathasha’dan çok hoşlanmıştır. Aralarında
cinsel bir şeyler olacakken Natasha lezbiyen olmadığını hatta bir adamla
nişanlı olduğunu söyler ve Alba’nın ısrarlarına rağmen odayı terk eder
ama dönüşü çabuk olur çünkü Natasha telefonunu odada unutmuştur. Bu kez
aralarında bir şeylerin olmasını engelleyemez. Sabaha kadar sevişirler,
birbirlerine kendi hayatlarını anlatıp, ağlarlar, konuşurlar, çığlık
atarlar. Birlikte muhteşem bir gece geçirirler. Belki bir daha kimseyle
yaşayamayacakları aşkı, anlayışı, şefkati o gece tatmışlardır ama sabah
kahvaltı sonrası ayrılmak zorundadırlar. Aralarındaki aşk sır olarak
kalır ve aslında mutlu sonla biter. Kendi yollarına bu küçük sırla
giderler.
7- Black Cat, White Cat (1998)
Emir Kusturica’nın en yorucu romantik komedi filmi. Hareketlilik ve
heyecan filmin ilk dakikasından son dakikasına kadar sürekliliğini
koruyor. Başrol aşıkları; Florijan Adzovich ve Branka Katic.
Kumarbaz ve işe yaramaz babası, Zare’yi borcu olan mafya babasının
kız kardeşiyle zorla evlendirmek ister. Zare ise Ida’ya aşıktır. Zorla
da olsa düğünleri yapılır evleneceği kız da Zare’yi istemez hayatının
aşkıyla evlenmek istiyordur. Bir anlaşma yaparlar ve gelin kaçar. Yolda
hayatının aşkıyla karşılaşır. Zare de artık Idayla evlenebilecektir.
Gelinin abisi kötü adam Dadan ile bol koşurturmalı bir mücadeleye
girerler. Sonunda her iki çiftin de istediği olur, düğünleri yapılır.
Filmin basit konusu sizi yanıltmasın içinde doğaüstü olaylara kadar her
türlü macera mevcut. Müzikler de cabası. Eğlenceli ve sürükleyici aşk
hikayesi ve mutlu son.
8- Bad Guy (2001)
Güney Koreli yönetmen Kim Ki Duk’a ait bir film. Aşıklar; Jae Hyeon Jo ve Won Seo.
Kim Ki Duk’un birçok romantik filminden en arızası budur bence. Bir
kadına ölesiye tutkun kötü bir adam, tutkunu olduğu bu kadına intikamla
karışık bir bağlılığı vardır.
Film başladıktan sonra yine güzel ve zarif bir Kim Ki Duk kızı
görüyoruz, kimi zaman Kim Ki Duk pembesi elbiseler içerisinde, narin. Bu
güzel, üniveriste öğrencisi bayan erkek arkadaşını beklerken bir tacize
uğruyor ama bu başka şekilde ne sözle ne de elle taciz. Direkt kızın
dudaklarına yapışıyor hem de erkek arkadaşının yanında. Askerler ve
etrafta bulunan kişilerin müdehalesiyle zorla ayırıyorlar kızdan bu
adamı. Tacize uğayan kız kendinden özür dilemesini istiyor fakat adam
hiç konuşmuyor, askerlerden dayak yediği halde (meydan dayağı da
denilebilir) özür dilemiyor.
Kız da herkesin gözü önünde adamı tokatlayıp, hakaret ediyor
yetmezmiş gibi bir de suratının ortasına tükürüyor. Her şey bu olaydan
sonra başlıyor zaten. Bu tükürüğün intikamı olacaktır elbet ama işin
için de büyük aşk ve tutkuda fazlasıyla mevcut.
Bad Guy film boyunca konuşmuyor bir sahne hariç o da çarpıcı burada
izleyicinin yüzünde bir tebessüm bile belirebilir. Aşık da olsa kötü
adam her zaman kötü adamdır gibi bir mesajı var. Sonunun mutlu mu, kötü
sonla mı bittiği görecelidir.
Sekiz farklı gözden, sekiz farklı arıza aşk hikayesi listesi burada
sonlanıyor. Hepsinin en büyük ortak özelliği sıkı mücadele; çiftler
alıyorlar sopayı, kılıcı önlerine çıkan her türlü düşman ile savaşıp bir
savaşçı gibi aşklarını koruyup sahip çıkıyorlar. Farklı örnekleri de
vardır tabi. Yazıyı 10′a tamamlamak umuduyla. Aşkla kalın ya da aşksız
siz bilirsiniz.
İyi bir sanatçı olmanın yükü fazla olabilir ama şöyle de bir durum
var, sanatın herhangi bir dalında yaptığın işin hakkını veriyorsan hatta
en iyisini yapıyorsan, diğerleri senin için basittir belki ya da ister
istemez başka dalların içinde buluverirsin kendini. Yaşamış gibi
söylüyorum evet yaşıyorum. İyi şarkı söyleyebiliyorsan oynadığın filmde
rolünün hakkını verebilirsin ya da ister ver ister verme seni orada
gördüğümüzden dolayı çok mutluyuzdur. İşte David Bowie için de aynını
düşünüyorum. Benim için eşsiz müzisyenlerden. Karizmatikliğinden
bahsetmeme gerek yok herhalde yüzüne yaptığı makyajı bir kenara
bırakalım, giyimini, saçlarını hiç saymayalım bile. Adamın birbirinden
farklı renkte olan gözleri yeterlidir sanırım.
Şimdi David Bowie iyi bir müzisyen, dansçı, aynı zamanda da aktör.
Neden? adam iyi bir sanatçı ve karakteristik yüz hatları ve fiziği var.
Bu karizma sahibi adamın şanı-şöhretinden yararlanmak aynı zamanda da
güzel bir adam olduğu için çirkinlerin bolca bulunduğu dünyaya düşürme
fikri çok da hoş olmuş. Şimdi gelelim filme.
Yukarıda da bahsettiğim gibi dünyaya düşen bir adam var ki; filmin
ismi bu eylemden ibaret. ‘’The Man Who Fell to Earth’’ 1976 yapımı
İngiliz bağımsız yapımı, eskilerden duymuşluğum var. Bir ara TRT’de
oynamış bu film, çoğu sıkılıp kapamış. ‘’The Man Who Sold The World’’
çalsa kafalarını sağa sola yatırıp eşlik ederler ama… neyse.
Filmi bir kategoriye sokmak gerekirse bilimkurgu diyebiliriz, gerçi
Bowie başlı başına bilimkurgu değil mi? ‘’Starman waiting in the sky/
he’d like to come and meet us/ there’s a starman waiting in the sky/
he’s told us not to blow it/ couse he knows it’s all worthwhile/ he told
me:
SPOILER -
Filme geri dönelim, Dünya’ya Düşen Adam, uzayda bir
gezegende karısı ve çocuklarıyla mutlu mesut yaşam sürerken, ayağı kayıp
düşmüyor tabi ki, susuzluk problemi yaşıyorlar dünyaya gitmesindeki tek
amaç su bulabilmek.
Dünyaya iniyor inmesine fakat olaylar değişik boyutlar kazanıyor
mesela filmin adı bu noktada ‘’Dünyevi Zevke Düşen Adam’’ olarak da
değişitirilebilir.
Glam prensi David Bowie insan görünümlü uzaylı Thomas
Jerome Newton’u canlandırıyor. Kuraklıkla mücadele ederken çareyi
gezegen gezegen dolaşıp kaynağını aramakta bulan Newton, Dünya’ya da
uğrar. Dönmesi oldukça maliyetli olacaktır çünkü bir uzay gemisi inşa
etmesi gereklidir. Aslında para toplaması çok da zor olmayacaktır çünkü
oldukça zekidir ve bu sayede patentler alır, kendisine yardım edecek
birkaç kişi bulur. Böylece çok zengin olur. Bir otele yerleşirken
bavullarını taşıyan kat görevlisi hatundan etkienir, önde kadın arkada
Newton giderler çok hoş görüntüdür. Asansöre binerler tabi uzaylı Newton
çok kötü etkilenir hastalanır. Bu durum sonrasında Beefeater cin
bağımlısı, hoş kat görevlisi Mary-Lou ile ilişkileri başlar. Bu durum
dönüşünü yavaşlatır, uzun süre Dünya’da yaşar ve insanların
alışkanlıklarına kendini kaptırıp, uyum sağlamaya başlar. Bu sırada
sırrını da saklıyordur fakat bir gün evde dönüşür, dönüşüme meme
uçlarını çıkartmakla başlıyor, tam anlamıyla dönüştüğü esnada Mary-Lou
onu bu halde görür. Kadın fazlasıyla korkar ama uzaylı adama aşıktır.
Uzun süre görüşmezler.Daha sonra yine karşılaşıp bir süre görüşmeye
devam ederler. Yıllar geçmiştir, döneceği zamanlarda kendisinden
şüphelenen kişiler tarafından sırrı açığa çıkarılır, mesela x-ray’lerde
kemikleri görünmez, bu durum onun Dünya’da tıkılı kalmasına yol açar.
Yıllar geçer uzaydaki ailesi yavaş yavaş ölür, Mary-Lou yaşlanır, Newton
ise hala genç ve yakışıklıdır ama insani alışkanlıklar ve duygular
içerisindedir.
- SPOILER BİTTİ -
Film, Walter Tevis’in aynı isimdeki romanından uyarlanmıştır. Filme
kült gözüyle bakılsa da kullanılan mekan ve kostümlerde yetersizlik
olduğunu düşünüyorum, filmin konusu oldukça özgün ve heyecan verici
fakat bu durum film çekimlerine yansıtılamamış, oldukça yavaş ilerliyor.
Tek heyecan unsuru uzaydan düşen Newton olmuş. Filme kamera açıları,
kurgular gibi sinemasal kurallar açısından bakılacak olursa direkt
sınıfta kalır. Özgün bir yapım gözüyle bakılırsa etkileyici ve sarsıcı
olabilir. Biraz daha zorlarsak konudan ders bile çıkarabiliriz.
Boxing Helena, Lynch soyadına yakışmayacak kötülükte hatta ödüllü kötü
film özelliği de taşımakta. Lynch soyadı derken tabi ki David olandan
değil de kızı Jennifer Chambers Lynch’den bahsediyorum. Film 1993
yapımı, senaryosu Philipe Caland’a ait, filmin yönetmenliğini yukarıda
da basettiğim gibi Jennifer Lynch üstlenmiş ayrıca kendisinin ilk
yönetmenlik deneyimi. Başrollerde Psikopat Cerrah Nick Cavanaugh’u
canlandıran Julian Sands ve Helena’yı canlandıran Sherilyn Fenn’ı
görüyoruz.
Helena rolü için ilk teklif Madonna’ya daha sonra da Kim Basinger’a
gider. Anlaşmazlıklar sonucu rol süper seksi Sherilyn Fenn’in olur.
Sözde psikolojik gerilim filmi ama özde pek de hissedemiyoruz bu
durumu. Filmdeki bilinçaltı bozuk psikopat yetersiz kalıyor ve türü
havada kalmış bir filmi hayal gücümüzü devreye sokarak izlemek zorunda
kalıyoruz. Olayları pekiştirici sahneler değil de olaylardan bağımsız ve
gereksiz bir sürü sahne var. Kısaca konunun güzel ve özgün olmasına
rağmen gereken özen kurgulamada gösterilmemiş, biraz diş sıkılsa iyi
sahneler çıkabilecek potansiyeldeyken ya rehavetle çekilmiş ya da
acemilik engel olmuş bu duruma; oyunculukları saymıyorum bile.
Filmden biraz bahsedecek olursak… Boxing Helena, evli bir cerrahın başka
bir kadına saplantı haline gelmiş aşkını ve zamanla bu aşkın seviye
atlayıp psikopatça bir tutku haline gelmesini anlatıyor. Nick’i
güzelliği ile deliye döndüren Helena oldukça serttir ve Nick ile zaman
geçirmiş olmasına rağmen adamın ilgisinden sıkılır ve oldukça katı
tepkilerle kendisini rahat bırakmasını ister. Daha sonra başka bir
adamla Meksika’ya gitmeyi planlar, her şey gideceği gün başlar. Hiç
ummadığı bir anda bu adama muhtaç kalacağını da bilmiyordur. Bir gece
önce çantasını Nick’in evinde unutmuştur. Nick çantasını Helena’ya
getirir fakat çantasının içinden önemli bir nesneyi çıkarmıştır.
Helena’yı kendisiyle eve gelmesi ve onu alması için ikna eder. Bayağı
zorlu bir uğraştır. Eve varırlar ve hiç beklenmeyen bir kaza ile
Helena’nın ayağı arabanın altında kalır. “Korkmaya gerek yok cerrah
var.” der gibi adam yaralı kadını kucaklar. Artık tutkusu ellerindedir
ve bu tutkuyu kendine tutsak etmek için evdeki heykellere benzeyen bir
kadın yaratır ve kadın artık onundur. Acaba gerçekten de öyle mi yoksa
film üstte akarken altta aslında başka yerde takılıp kaldı da biz mi
bilmiyoruz? Sonunda yaşayacağımız şokla anlıyoruz artık bunu.
Yazıya film kötü diye giriş yapmıştım. Tamam, film kötü çekimleri,
kurgusu vs. sonu vasat ama hafife alınamayacak bir hikayesi var.
Dışarıdan bakılınca gerçekten de ilgi çekici ve özgün bir konu ve en
büyük sorun hikaye aktarımının yetersiz kalması; aynı zamanda
oyunculuklarda da gözle görülür eksiklikler var. Helena’nın seksilik
olayı yüzde yüz aktarılmış fakat acı kısmının aktarımında yetersizlik
var.
Kötü film olsa da benim sevme nedenlerim var; konu güzel dedik, bir de
Misfits film yayınlandıktan 6 yıl sonra bir şarkısını yapmış. 1999,
“Famous Monsters” albümünde çok sevdiğimiz eski Misfits solistlerinden
Michale Graves’in yorumuyla “Helena”. Filmin konusu güzel, şarkı iki kat
daha güzel. Filmle ilgili söyleyeceklerim bu kadar. Hayal gücünüze
güveniyorsanız izlemenizde fayda var.
Angst, Gerald Kargl tarafından yazılıp yönetilmiş, senaryosu ise Zbigniew Rybczynski’e ait bir Avusturya filmi. Başrolde gördüğümüz psikopat karakterini Erwin Leder canlandırıyor.
Hikaye, adını bilmediğimiz bir psikopat katilin büyük ölçüde haz aldığı cinayet tutkusunu anlatıyor. Film sadece bir seri katilin hapishaneden çıktığı ilk gün işlediği cinayetleri ve yakalanıncaya kadar sürdürdüğü ertesi gününden ibaret. Hikayeyi daha doğrusu şahit olduğumuz sahnelerin anlatımını bizzat katilin ağzından dinliyoruz, aynı zamanda olup biten olaylar hakkında başka kişilerin duyguları veya yorumlarına şahit olamayıp sadece olan biteni izlediğimizle kalıyoruz.
Film bir tutuklunun hapishanede geçirdiği son saatlerinin görüntüsüyle başlıyor. Çıktıktan sonra ne yapması ve nereye gitmesi gerektiğini bilemiyor, herhangi bir taksiye biniyor ve ilk cinayet girişimini orada gerçekleştiriyor. Biz de katilin ne denli hasta olduğunu veya çok kötü bir geçmişe sahip olduğunu monoloğundan anlıyoruz. Gidecek bir yeri yok sadece çocukluk travmalarının suçlularını bulup öldürme hissi ve bunun sonsuz hazzını tüm bedeni ve ruhuyla hissetme duygusu var. Ancak psikopat çok heyecanlı, aklı fazlasıyla dağınık. Cinayet amaçlı girdiği evde yaşadığı psikolojiden anlaşıldığı gibi; Psikopat’ın cinsel tutkusu işlemek istediği cinayetlerle özdeşleşmiş, bundan dolayı işe kalkışmadan önce oldukça heyecanlanıyor ve kontrolünü bir müddet kaybediyor. Sonrasında her yer kan revan ve hazdan mutlu bir katil. Tabi bu hazzı sürekli yenilemesi gerekli. Yakalanıncaya kadar tabi.
Kamera şovları filmin ilk saniyelerinden itibaren başlıyor ve filmin son anlarına kadar devam ediyor. Yönetmen çok başarılı açılardan olayları yakalayıp filme daha da bir heyecan katmış. Bir ara kendinizi oralarda bir yerlerde olayları izliyor gibi hissedebilirsiniz. Psikopatı canlandıran Erwin Leder tam bir karakter oyuncusu, tüyler ürpertici mimikler ve performansıyla filme gerçekçi bir hava katmış. Onun sadece birkaç cinayetini ve aklından geçen cinayet planlarını duyuyoruz ama yüzüne, gözlerine bakınca hapishane yıllarının öncesinde de kendisini görebiliyoruz.
Angst, insanların çok küçük yaşlarda yaşadığı şiddet ve seks travmalarının, ileriki yaşamına nasıl da büyük ölçüde yansıdığının en iyi örneklerinden biri ve maksimum 80 dakikalık bir filme bu durum büyük bir netlikle yansıtılmış. Psikopata göre cinayet işlemek oldukça doğal ve gurur duyulacak bir davranış, son sahnelerde üç cesedi yanına almak istemesi ve daha sonra öldüreceği kişilere onları gösterip yaşayacakları ve suratlarında belirecek dehşet ifadesini düşünmek bile onu mutlu ediyor. Sadizm onun büyük hazzı, istediği her hangi birini bu oyuna dahil eder ve geçmişinden birilerinin yerine koyarak kolaylıkla onları öldürebilir.
Angst, en iyi katliam filmlerinden biri. Oldukça rahatsız edici ve karanlık bir yapıya sahip ayrıca gerçekçi bir film. Böylesi iyi iş çıkarmış yapımcılar, yönetmen ve senaristin bir daha bunun gibi bir iş çıkarmamaları bu filmin üstüne diyeceğimiz bir şey yok der gibi.
Don’t Torture a Duckling, gore’un usta ismi Lucio Fulci’nin yönetmenliğini yaptığı, başrollerinde Florinda Bolkan, Barbara Bouchet, Tomas Milian gibi karakteristik yüzlerin yer aldığı 1972 yapımı bir film. Film aslında yönetmen açısından bir önem taşıyor, çünkü Fulci’nin ilk şiddet efekti içeren sahneleri bu filmle başlıyor ve devamı diğer filmleriyle geliyor.
Hikaye İtalya’nın güneyinde, insanların ritüelleriyle yaşadığı küçük bir kasabada geçiyor. Fakat kasaba çocuklarının başı derttedir. En tanınanlarından üçü seri şekilde öldürülür. Birçok şüpheli vardır; çocukların ‘Big Baby’ diye alay ettikleri röntgenci Giuseppe veya voodoo büyüsü ile haşır neşir Francesco, bir de ilk sahnede kanlı ellerle gördüğümüz kadın Maciara var. Maciara, ölü çocuk doğurmuş ve akli dengesini bu nedenle kaybetmiştir. Maciara ölen üç çocuğun kilden vodoo bebeklerini yapmıştır ve en fazla şüpheyi o çekmiştir. Aslında bir de arsız, kendini reşit olmayan bir çocuğa izleten, şehir kızı Patriza var işin içinde. Acaba hangisi katil? Hepsi sorgulanır fakat sanılanın aksine hiç biri suçlu değildir. Bu trajik ve şiddet dolu hikayenin asıl suçlusu en güvenilen adam mıdır yoksa? Bu sorunun cevabını Fulci sağ gösterip sol vurarak veriyor. Herkes aklı başı yerinde olmayan sosyal anlamda dışlanmış karakterlerden şüphelenir. Bu durum her daim güncel olan bir sorundur. Yönetmen bu durumu vurgulayarak aslında toplumsal bir mesaj da gönderiyor.
Don’t Torture a Duckling seri katil cinayetlerini barındıran bir film; fakat öldürülenler ne seksi kadınlar ne de katilin işine burnunu sokan adamlar. Bu kez çocuklar öldürülüyor ve başladığı andan itibaren bizi suçlu arama cümbüşüne ortak ediyor. Film boyunca, şüpheli birçok çılgın insan karşımıza çıkıyor.Film kurgularına yerleştirilmiş ve çocukların yakınlarında aniden beliren karakterler iyice kafa karıştırıyor. Film İtalya’da küçük bir kasabada geçiyor ve katilin hedefi çocuklar; dolayısıyla çekimler genellikle çocukların oynadığı açık alanlarda geçiyor. Kamera açıları oldukça şık fakat yönetmen zoomları gereğinden fazla kullanmış. Bu durum zaman zaman filme ucuz bir hava katıyor. Yönetmenin kapalı mekanların ihtişamından yararlanamayacak olması dezavantaj fakat kasabanın dış mekanlarında bulunan mağara türü alanlar korku havasına oldukça destek veriyor. Film devam ederken bizim de şüphelenmiş olduğumuz karakterler bir bir gözaltına alınıyor ve onlar sorgulanırken yaşananlar gerilimi arttırıyor; Maciara’nın kriz sahnesi gibi. Ayrıca yine Maciara’nın zincirlerle parçalanıp, canice linç edildiği unutulmaz sahne (tabi bu esnada zincirin ete vuruşu ve deriyi parçalama anlarını gördüğümüz gibi seslerini de işitiyoruz. Müziğin değişimi ise olayın ne kadar vahim olduğunu anlatır cinsten) çocuk cinayetlerinin yanı sıra filme değişik bir heyecan katıp film boyunca temponun düşmemesine yardımcı oluyor. Ayrıca gaddarlığın çılgın kişilikle bir alakasının olmadığının sinyallerini bu zavallı kadını cezalandırmayı görev biçmiş kasaba sakinleri ile veriyor.
Ahlaki kavramların tabu haline geldiğini ironik olarak sergileyen bir film Don’t Torture a Duckling. Bir grup kişisel bozuklukları olan insanların sırayla şüphe uyandırması şeklinde kurgulanan film, Fulci’nin diğer filmleri gibi vahşi ve rahatsız edicidir ama kariyerinin en önemli adımlarından olma özelliği taşır.
Amerika’da “Terror at the Opera” ismiyle vizyona giren film, 1987 yılında Dario Argento tarafından yazılıp, yönetilmiş bir İtalyan giallo filmi. Başrolleri Cristina Marsillach, Urbano Barberini ve Ian Charleson paylaşıyor.
Film Argento’ya ticari anlamda oldukça getiri sağlamıştır. Zaten filmi de izlediğimiz zaman sinemasal değerini bir kenara bırakıp, “sex-murder” açısından bakılacak olunursa, ticari bir kaygısının olduğunu fark etmememiz mümkün değil. Filmdeki cinayet sahneleri yine filmin genelinde olduğu gibi oldukça başarılı. Filmin türüne yakışır abartılı kamera açıları ve yine abartılı dekorlardan kaçınmamıştır. Şiddet ve müziğin mükemmel uyumu da gözden kaçmıyor ve film boyunca İtalya’nın Rönesans ruhuna yakışır, bir birinden güzel klasik eserleri dinlerken, araya katilin ruhunu yansıtan ve bizi daha da bir telaşa sokan rock soundları girdiğinde tadından yenilmez bir hal alıyor. Opera salonundaki kuşların gözünden çekilmiş sahneler kamera hareketlerinin bir kuş gibi oradan oraya yalpalanması oldukça baş döndürücü, “bu gerilim bitsin de haydi artık odaklansın” diye umutla beklenilebilir. Ayrıca Argento, ilham kaynağı Hitchcock’un röntgenci sinema ruhuna saygı duruşunda bulunmaktan geri kalmamış.
Bir parça da filmin konusuna değinelim. 17 yaşındaki Betty, Verdi’nin Macbeth’indeki (İtalyan besteci Verdi’nin, Shakspeare’in Macbeth’ini temel alarak bestelediği 4 perdelik opera eseri) başrol oyuncusunun ayağını sakatlaması ile bu rolü alma şansı yakalar. Aslında bu kariyeri açısından büyük bir şanstır fakat Betty’e göre Macbeth kötü şans getiren bir eserdir ve eline geçen bu fırsatı bir parça isteksizlikle kabul eder. Çocukluğundan beri hayalle kabus arası gördüğü ama maskeli yüzünü hiç göremediği psikopatın hedefi haline gelir. Fakat Betty bunu bilmiyordur. Yavaş yavaş çevresindeki insanlar ölmeye başlar. Psikopat katil, cinayetleri esnasında Betty’i bağlar ve göz kapaklarına iğnelerle kaplı birer bant yerleştirir. Betty’nin çığlıkları ve korkularına şahit oluruz o esnada fakat kurtulduğu zamanlarda oldukça soğukkanlıdır. Belki de sürekli gördüğü rüyası sayesinde. Final opera performansından sonra katil ortaya çıkar, tabi burada katili teşhis edenler de çok önemli. Nihayetinde Betty gördüğü rüya ile ilgili geçmişiyle bir yüzleşme yaşar.
Filmde Macbeth’in uğursuzluğundan söz edilmiştir ki filmin çekim esnasında da birçok kaza ve teknik aksaklıklar yaşanmıştır. Hatta Argento’nun babası film henüz çekim aşamasındayken hayatını kaybetmiştir. Macbeth içeren bir oyun sahneleme, film çekme ya da oyuncu olma gibi bir planınız varsa bir kez daha düşünün derim. Şaka bir yana, sonunda hüsrana uğratsa da daha önce de bahsettiğim gibi, geniş kamera açıları ve film boyunca kullanılan müziklerle beslenmiş iyi bir film, “katil kim?” oyununa katılmak ve bir Dario Argento şölenine katılmak için izlenmeye değer.
Izo, bir Takashi Miike filmi. Miike, Hideo Gosha’nın ”Hitokiri (1969)”sinin ana karakteri tek bildiği öldürmek olan tetikçi Samuray Izo Okada’ya yeniden hayat vermiştir; zorbaların kullanıp attığı bu adam kendisine verilen yeni hayatta hesap sormak için var olacaktır. Başrollerde Kazuya Nakayama, sürpriz oyuncu Bob Sapp, Ryuhei Matsuda, Kaori Momi, ve ayrıca ünlü yönetmen/oyuncu Takeshi Kitano’yu da görüyoruz. Senaryo Sginegori Takechi’ye ait. Filmi belirli bir kategoriye yerleştirmek imkansız; aksiyon, savaş, thriller, bilim-kurgu ve bir çok türü içinde barındırıyor. Hikaye Japonya’da geçiyor ve işin ucunda iyi bir yönetmen var dolayısıyla beklentimiz büyük oluyor. Miike bu filminde de bolca gerilim teması ve kan kullanmıştır ama her zaman yaptığının aksine estetik kaygılardan uzak kalmıştır. Bunu da birbirinden bağımsız birçok filmi olmasına değil de vermek istedikleri mesajın hiçbir sanatsal kaygının altında kaybolmasını istemediği gerekçesine bağlayabiliriz. Film oldukça uzun; bitmek tükenmek bilmez aksiyonun yanı sıra uzun ve anlamlı diyaloglar da içeriyor. ‘Izo’ başından sonuna kadar çeşitli göndermelerin yapıldığı güçlü eleştirel bir alt yapıya sahip. Film boyunca göndermelerin ardı arkası kesilmiyor; Japon ordusu, feodal sistem, eğitim sistemi, hükümet, din, evlilik ve annenin sahiplenme güdüsüne varıncaya kadar insanla alakalı ne varsa eleştiriyor ve bunların insanlar tarafından uydurulup geliştirilmiş birer saçmalık oldukları vurgulanıyor.
Izo, 19. yüzyıl Japonyası’nda Izo Okada isimli bir samurayın çarmıha gerilip canice öldürülmesi ve günümüz dünyasında yeniden doğuşuyla başlıyor. Izo intikam için yeniden var olur. Artık ”Sistemden kopmuş, nadiren görülen isyancı bir ruh”tur. İsyanı ise insanlığa ve insani tüm duygularadır. İçinde insan olan tüm kokuşmuşluğu yok etmek, parçalamak, doğramak ve gücü yetinceye kadar herkesi öldürmek için programlanmış bir yaratıktır adeta. Izo’nun ulaşmak istediği bir hedef var ve o hedefe varıncaya kadar önüne çıkan her insanı öldürüyor, tabi insanlar hemen ona karşı bir ayaklanma başlatıyorlar, Izo soyut bir varlık olduğu için ölmüyor ama yara alabiliyor. Izo’nun kalbi annesinin bedenini iki parçaya ayırabilecek kadar sert. Film boyunca yakuzalardan askerlere, din adamlarından çocuklara herkesi öldürüyor, koşuyor ve bu esnada sürekli boyut değiştiriyor. (Bir ara ‘’Amok Koşucusu’’ gibi patlayacak diye korkmuşluğum var.) Film boyu koşuşturma ve ölümün yanı sıra sistemsel, ruhani ve duygusal anlamda sorgulamalar var. Mesela yine boyut değiştirdiği esnada ders işlenen bir sınıfa düşer. Sınıfta hoca çocuklara sorular sorar;
İlk soru: ”Aşk nedir?” Çocuğun cevabı: ”Bir kelime, anlamı temel gerçekliği ile örtüşmeyen, bazen de bir sesin tınısıdır.”
İkinci soru: ”Demokrasi nedir?” Çocuğun cevabı: ”İnsan medeniyetinin ürünü olan bir illüzyondur, insan medeniyeti tam olarak evrimleşmemiştir.”
Üçüncü soru: ”Ulus nedir?” Çocuğun cevabı: ”İnsan beyninde olan saçma bir aldatmacadır. İnsanları hayvan sürüleri gibi bir araya toplayıp gütmek için yaratılmış, hayali bir fikirdir. Bir tarafın kurban olması gerektiği temel kurmacadır.”
Şeklinde diyaloglar geçer ve öğretmene göre çocukların cevapları doğrudur. Filmde bunun gibi bir çok sert ve net replikler bulunuyor.
Filmin müzikleri acid-folk tarzın müzisyeni Kazuki Tomokawa’ya ait, kendisini film esnasında sürekli araya giren gitarlı adam olarak görüyoruz, şarkılarını çıplak sesle ve isyankar bir tavırla söylüyor, bu sahneler gayet uzun tutulmuş, bu bir miktar stres yaratabilir.
Sonuç olarak, Izo yaşama hakkı kazandıktan sonra zamanında kendisine insanlığını kaybettirmiş tüm herkesle savaşır, önüne çıkan eski patronlarını, düşmanlarını herkesi kılıcıyla doğrar. Kadın-erkek ilişkisini hayvani içgüdü olarak nitelendirir, ailenin toplumsal bir güdü olduğunu vurgular. Din-i sorgular, sorularına cevap ve bir kanıt bekler ama isteklerine cevap alamaz, önüne çıkan takım elbiseli insanlar vampire dönüşür bu kapitalizme göndermedir, filmin sonunda ‘’Yöneticilerin Kalesi’nde’’ gördüğümüz asker zombiler ise militarizme göndermedir.
Film Miike takipçileri tarafından çok beğenilse de birçok kitle tarafından olumsuz yönde eleştirilmiş, sıkıcı bulunmuştur. Aslında film uzun olmasına rağmen oldukça akıcı muhakkak izlenmeli derim.
A Tale of Two Sisters, 2003 Güney Kore yapımı psikolojik
gerilim filmi. Kim Ji Woon tarafından yazılıp, yönetilmiş, konusu bir halk
hikayesiden esinlenilmiştir. Güney Koreli korku filmleri arasında en çok
izlenenler arasında en üst sıralarda yer alıyor.
Türkiye’de vizyona Karanlık Sırlar olarak girmiş olan bu
estetik harikası film, en sevdiğim filmler arasında en üstlerde yer almakta. Gerilim,
başarılı oyunculuklar, dekor, çekim açıları, müzik, kan, kurgu… her açıdan
beklentilerimi karşılıyor.
---Spoiler--- Film bir hastanede başlıyor. Bir doktor ve genç bir kız
görüyoruz ilk sahnede doktor bazı sorular yöneltiyor fakat sorularına yanıt
alamıyor. Anlıyoruz ki bu genç kız akıl hastanesinde. Doktor hikayesini anlatması
için onu zorluyor, derken hikayeyi anlatmaya koyuluyor fakat biz bunun farkına
varmadan hikayeyi izlemeye başlıyoruz. Aynı zamanda farkında değiliz ki hikayeyi kişilik bozukluğu
yaşayan bu genç kızın gözünden izliyoruz., tabi olaylar çözülünceye kadar. Film boyunca konu ailenin yaşadığı evde geçiyor, bir- iki
küçük sahne dışında. Flashbeckler, hayaller, rüyalar ve olayın asıl özü
zamanında yaşadıkları kabus olayın yaşamlarına verdiği koskocaman yaranın
doğurduğu başka sonrunlar ve bir çok olayı bu kan rengi döşemeli evde
izliyoruz. ---Spoiler---
Yukarıda da belirttiğim gibi, film her açıdan izleyicinin
beklentilerini fazlasıyla karşılamakta.
Kim Ji Woon’un yaptığı en iyi iş diyebiliriz. Sert bir klasik müzik
soundunu anımsatan, kusursuzca seçilmiş dekor ve renkler, filmde gerilimi
sürekli kılıyor. Uzak doğu gerilimlerinin vazgeçilmezi zombiyi andıran
yaratıklar bu filmde de kullanılmış, filme doğaüstü bir özellik katsa da asla
estetik görünüm ve tadına zarar vermemiş adeta filmin daha güzel bir kıvama
ulaşmasına yardımcı olmuş diyebiliriz. Açıkça söylemek gerekirse kan en
çok Uzakdoğulu karakterlere yakışıyor,
estetiğin doruklarında olduklarını ve ürpertici görünmek veya ürpertiyi
hissettirmek için fazla çabalamaya gerek duymadıklarını düşünmekteyim. Yönetmen
bu durumdan iyi faydalanmış; filmde kusursuz güzellikte ve gizemli gerilimi
barındıran üç bayan, hislerini anlayamadığımız içine kapanık bir de baba
görüyoruz. Karakterler hikayeden bağımsız bir gizeme ve görünüme sahipler,
yaşadıkları ev ise gotik bir havası olan koyu ve pastel renklerin hakim olduğu
yine gizem ve gerilimi hissettiren, perili ev havasında, yer döşemesi kıp
kırmızı.
Konu biraz karışık gelebilir bundan dolayı dikkatli
izlemekte fayda var. Her şey diyalog ve
görüntülerde saklı. Düğüm, olayların peşi sıra çözülmekte tabi hayal gücünüzü
de devreye sokun.
Bugünlerde Marky Ramone’un Blitzkrieg turnesi vesilesi ile sevgili Michale Graves ile birlikte ülkemize teşrif edecek olmasının heyecanı ve mutluluğu içerisindeyiz. Bir Ramones üyesinin performansını izleyecek olmak oldukça sevindirici. Aynı ortamda birlikte nefes almak hoş olacak. Çoğumuz heyecanlıyız; yıllarca Ramones tişörtü, yırtık pantolon ve deri ceket kombinasyonuyla gezdik. O ruhu yaşadık, serserilik yaptık, oraya buraya ‘’Hey Ho, Let’s Go’’ yazdık... Şimdi şarkılarını canlı izlemeye geldi sıra, biraz geç oldu aslında. Gönül isterdi ki Joey babadan dinleyelim, kendimizi yerden yere vuralım ama olmadı. Her neyse geç olmadan bir üyesini izleyecek olmak bile heyecan verici. Marky’i de pek severim, Ramones imajını en iyi taşıyan üyelerden biridir kendisi. Artık seyredeceğiz, elini öpeceğiz vs. Konser boyu bir birinden keyifli Ramones parçalarını Misfits’in eski solisti Michael Graves’ten dinleyeceğiz. Bu da ayrı güzel, mis gibi bir olay aslında. Sonuç olarak 14 Nisan 2012’de Roxy’de görüşürüz. ''Hey Ho, Let’s Pogo!'' diyorum ve heyecanım dolayısıyla hızımı alamayıp, bu mutluluk yüreğimin bir köşesindeyken bir Ramones belgeseli olan ‘’End of the Century’’den bahsedeceğim, izlemeyen kalmasın.
End of the Century: 2003’de Jim Fields ve Michael Gramaglia tarafından yönetilen filmde Amerika’nın efsane punk rock grubu Ramones’un dünyasına ışık tutuluyor. Grubun 1970’lerden 1996’ya kadar,takriben 22 yıl kadar bir süre zarfı, yaşadıkları, kariyerleri, grubun dağılışı, Joey, Johnny ve Dee Dee’nin erken ölümleri ayrıca bir çok küçük- büyük detayı bu belgesel ile öğrenme fırsatı buluyoruz. Filmin adı Ramones’un 1980 ‘’End of the Century’’ albümünden alınmış. Filmde gelmiş geçmiş tüm grup üyeleri ve grupla ilgili bir çok kişi yer alıyor; Dee Dee Ramone, Joey Ramone, Johnny Ramone, Marky Ramone, Tommy Ramone, C.J Ramone, Richie Ramone ve Elvis Ramone, Joey Ramone’un kardeşi ve annesi ayrıca gruba yakın diğer müzisyenler (Joe Strummer’dan Rob Zombie’ye bir çok kişi yer alıyor) ile de arşivden alınmış ve yeni röpörtajlar yer alıyor. Röportajlar uzun tutulmuş. Film boyunca, konser, turne görüntüleri gibi zevkle izlenen birçok bölüm var, müziklerle ve görüntülerle kıpır kıpır izlememizi sağlarken, gayet samimi ve açık konuşulan röportajlar sonucu grupla alakalı bilinmeyenleri keşfetmemiz için hayatlarına bir nebze ışık tutuluor.
Kısacası Ramones’un doğuşu, büyümesi ve bitişi. Grubun dağılımı sonrası yapılan projeler. ve en önemli üç üyesinin ölümünü Ramones belgeseli şeklinde izliyoruz. Aynı zamanda Dee Dee Ramone’un gruptan ayrılıp, Dee Dee King olarak r&b müziğe çok sert ve ani geçişi, sebepleri. ‘’KKK Took my Baby Away’’in üzücü hikayesi ve sonrasında Johnny’e bakış açımız. Melek Joey’nin, Ramones’un en büyük simgelerinden Logolu tişörtleri için kazanılan paraları paylaşırken grup üyelerinden birini bu paylaşımın dışında bırakması gibi ayrıntılar da yer alıyor.
Son olarak filmin soundtracklerinin bir çoğu Ramones parçalarından oluşmakta ayrıca; Iggy Pop ‘’No Fun’’, The Rubbets ‘’Sugar Baby Fun’’, Alice Cooper ‘’I’m Eighteen’’… ve bir çok farklı grup ve kişinin şarkıları bulunmakta.
Yazıyı bitirirken etkinlik sayfasına bir göz atın derim.Mark Ramone şu sıralar ‘’Blitzkrieg Tour’’ haricinde, tarifi kendine ait bir makarna sosunu ‘’Marky Ramone’’ markası ile piyasaya sürmüş bulunmakta geri döndüğünde satış yoğunluğundan bir daha turneye çıkma fırsatı bulamayanilir benden uyarması :P